Toplum Önderi Yüksel Ergen

İngiliz tarihçisi Carlyle, “Doğunun Tarihi Kahramanlar Tarihidir” diye söyler. Gerçekten de Doğu insanı fikirlerin değil insanların ardından gider. Dünyayı, hayatı ve gerçekleri iyi kavrayanlar ise fikirleri, idealleri takip eder. Gerçek Toplum Önderleri idealisttir. Bir şeylere inanır, inandığının peşinden gider ve kimseye de aldırmaz. Çünkü, o fikirlere ve ideallere kavuşması zaman, çaba ve akıl sonucudur. Bu yüzden, hedeflerini gerçekleştirmek için inatla çalışır, çabalar ve bu yola hayatını vakfeder.

İşte Yüksel Ergen böyle bir Toplum Önderi idi. Bugün kaybettik. Üzüldüm ama çaresi de yok Ölümün. Hepimizin er veya geç tadacağı bir Sonsuzluğa Yolculuk.

İdealleri olmayan bir Beden, toprakla çürür gider. Ruhu ölümsüz kılan ise idealleri, önderliği ve örnekliğidir. Önder ve Örnek olursan hep zihinlerde, kalplerde yaşarsın. Aynen diktiğin bir Ağaç gibi yaşarsın, senin filizlerinden yeni ağaçlar yeşerir bir de bakarsın bir Orman olmuşsun.

Yüksel Ergen bunu mecazi olarak değil gerçek olarak ta yaptı: Çanakkale’de binlerce dönüm boş tepelere tek tek ağaçlar dikti ve şimdi yüzbinlerce ağaçlık bir orman bıraktı arkasından. Sen yüz dönümlük bir araziyi çevirip de orada nesli tükenmekte olan Ceylanlar, Karacalar, AlaGeyikler yetiştirir miydin, hem de birer evlat gibi? O bunu gerçekten yaptı. Nesli tükenen horoz ve tavuk türlerini, güvercinleri ve daha birçok canlıyı çoğaltmaya çalıştı.

Yüksel Ergen iyi bir Kimya Yüksek Mühendisi idi. Kimyamızı bozan besinlere karşı Organik Tarım mücadelesi veren ilklerdendi. Hatırlarım, yoğurtlara katılan bir katkı maddesini bir kaba koyup günlerce masasının üzerinde bekletip de, insan vücudundaki kalıtsal tehlikeye dikkat çekmişti. Binlerce dönüm çeşitli elma türleri büyüttü. Bir Truvalı olarak Kral Meyvesi Hünnap’ı bütün Türkiye’ye yaymaya çalıştı. Zararlı ilaçlar kullanmadan sebzeler yetiştirdi. Bir keresinde, çalışanlarına kimyasal ilaçların zararını göstermek için büyük bir tarlanın ortasına bir daire çizmişti, buraya hiç ilaç atmadı ama diğer bölgeyi ilaçladı. “Kimyasal kullanmadan domates yetiştirilmez!” diyenlerle mücadele etmek için. Domates mevsiminde gidip baktık, ne kadar börtü böcek varsa Onun çizdiği dairenin içerisindeki domateslere gelmiş, ilaçlı bölgelerde canlıdan eser kalmamıştı. Bu mücadeleleri kendisi için vermedi, topluma önder ve örnek olmak istedi. Bu tarım çalışmaları çerçevesinde 50’yi aşkın organik ürün üretimi gerçekleştirdi. Elma, ayva ve hünnap sirkelerinden, doğal olarak fermante edilen zeytin çeşitleri ve sızma zeytinyağlarına, reçel ve turşu çeşitlerine kadar emsalsiz ürünler üretilmesini sağladı.

Koleksiyoner oldu, bölgesindeki birçok arkeolojik eserin yurt dışına kaçırılmasına engel olup Türkiye’de kalmasını sağladı. Ancak devlet kurumları da onu anlayamadı ve Koleksiyoner belgesi 4 kez iptal edildi ve hepsinde de yargı kararıyla belgesini geri aldı. Heykel, Resim, Çini, Seramik bütün sanat dallarına ilgisi vardı. Türk Seramik sektörüne önemli katkılarda bulundu. Hijyenik Seramik kavramını icat etti ve pek çok uluslararası Seramik kuruluşlarında görev yaptı. Kendine ait Seramik formülleri vardı. Üniversite ile işbirliği yapıp, bunları gençlere, bilim dünyasına aktarmak istedi ancak ilgi gösteren olmadı. Ders notları öylece dosyalar arasında kaldı.

Fikirlerinde, mücadelesinde hep yalnızdı. Bir tek tahammül edemediği husus “Apaçık Doğrulara Karşı Yapılan Yanlışlardı”. Aklını kullanmayan, yaptığını sorgulamayan, işini güzel ve doğru yapmayan kişilerden hoşlanmazdı. İşte bütün bu yanlışların ortasında yalnızdı. Bu yanlızlığını bazen kemanla, bazen tamburla, musiki ile dindirmeye çalışırdı. Bir sabah, bir akşam onu Güzelyalı’daki butik otelinin bir köşesinde bir müzik aleti çalarken görürdünüz. O sizi sadece gözleriyle izlerken, zihni adeta hayallerinin derinliklerinde gezer dururdu.

Dengeli bir fikir yapısı vardı. Fırsat buldukça kitap okurdu. İslamı da Atatürk’ü de çok severdi. Siyaseti sevmezdi, milliyetçiliği de demokratlığı da dengeliydi. Ülkesi için hep yeni bir şeyler yapmak isterdi. O kadar çok işi vardı ki, bitmek bilmezdi ama her işe de yetişirdi. Hep ayaktaydı, yorgunsa oturur fakat oturduğu yerden de bir şeylerle uğraşırdı. Fazla gevezelikten hoşlanmazdı. Onunla sohbet ettiğinizde söz döner dolaşır fikri meselelere gelirdi. Kafasındaki on şeyin dokuzunu içinde saklardı. Olayları, meseleleri, işleri sürekli muhakeme ederdi.

Çanakkale ile ilgili çok hatıraları vardı, bunların bir kısmını -Editörlüğünü yaptığım- “Köyden Kente Anılar” kitabında topladık. Orada her biri insanlık dersleriyle dolu hikayeler yer aldı. En sevdiği anılarından biri: “Bir ağaç dikerken, bir köylünün “Ne dikersin bunu Yüksel? Bunun büyümesine ömrün yetmez!” demesi üzerine: “Biz öncekilerin diktiklerinden faydalanıyoruz, biz de dikelim ki bizden sonrakiler faydalansın!” diye cevap vermesiydi. Bu kitabın önsözünde hayata bakışını şöyle anlatmıştı:

“Bendeniz yeryüzünde yaşayan insanları ‘yarış pistinde koşan’ ve ‘yarış pistine ayak atmamış olanlar’ olarak iki grupta düşünüyorum: Yarış pistinde koşanlar çoğunlukta olup, onların bu pistten ve yarıştan vazgeçmesi olanaksızdır. Bu koşuya katılanların önündeki hedef: Para ve onun sağladığı konfordur. Bu bir teknoloji koşusu olup, burada koşanların bu yarıştan kurtulmaları zordur. Çünkü bu yarışta sergilenen ürünleri almak için her gün daha fazla koşmak gerekmektedir. Aksi halde kendi yarattıkları lüks yaşama isteğini ellerinden kaçırırlar. Konforla yarışan bu yarışçılar, kendilerine ait olanaklar arttıkça, kendi özünü yaşamaya, sevmeye ve hayattan zevk almaya, kısaca hayatı sevgi ile yaşamaya zaman bulamazlar. Bazen bu yaşantının amansız koşturması içinde, yüreklerinde hissettikleri mutlu yaşamın, aydınlık yoluna geçmek isterler. İstemek çoğu zaman bir işe yaramaz. Çünkü yarış pistine ayak bastıktan sonra geri dönmek oldukça zordur. Bendeniz, bu yarışta deli gibi koşanlardan olmama rağmen, zaman zaman yarışa katılmayanları izlemekten de kendimi alamam ve onlar gibi yaşama şansımı kaybettiğim için de onlara kızarım. Bu bir anlamda kıskançlığın belirtisidir. Diyeceksiniz ki: ‘Terket yarış pistini!’ Bu söylendiği kadar kolay değil…”

Onunla yaptığımız güzel bir çalışma da “Geçmişten Bugüne Troya Antik Kenti” kitabı oldu. Kendi alanında ilk olan kitap, onun çocukluk yıllarını geçirdiği Troya’ya karşı bir vefa borcuydu.

Troya su kemerlerinin bulunduğu KemerDere Köyü de onun sayesinde yok olmaktan kurtuldu. Köyde kendi kaderine terkedilen birkaç hanedeki Türkmen yaşlı kadına ölene kadar baktı. En büyük hayali, bu köyü Uluslararası bir Doğa Köyü yapmaktı. Belki bunu yapamadı ama, bu köyü yüzbinlerce ağaçlık bir orman köyü haline getirdi. Diktiği her ağacın yerini bilirdi. Çalışanlar hakkıyla işini yapmadığı için bazen gider, çamların filizlerine bulaşan hastalıklı pamukçukları elleriyle temizlerdi. Doğduğu topraklardan hiç kopamadı. Ne zaman şehir veya ülke dışına çıksa, döneceği günü sabırsızlıkla beklerdi.

Onun ne yaptığı işlere ne de hayallerine kimse yetişemedi ve yetişemezdi.

O çevresini Mamur etmek için bir hayat tüketirken, asıl Ahiretini bin kat Mamur etti.

Paylaş / Share

Abdullah Manaz

Author, Researcher, Strategist, Producer, Director