Türkçe Hutbe

Bilindiği gibi Hutbeler, Cuma ve Bayram Namazı gibi topluluk namazlarında okunur ve “Konuşma” anlamına gelir. Hz Muhammed zamanında, Cuma günü öğle vaktinin girmesiyle birlikte ezan okunur ve Cuma vaktinin girdiği haber verilirdi. Abdestlerini alıp hazırlık yapan Müslümanlar, birer birer mescide gelirler ve toplanırlardı. Herkesin geldiği anlaşıldıktan sonra, Hz Peygamber veya O’nun yerine bir başkası yüksekçe bir yere çıkarak konuşmasına başlardı.

Hutbe denilen Cuma konuşmasına Allah‘a şükrederek başlanır, daha sonra Müslümanları ilgilendiren güncel bir konu üzerinde bilgi verilir veya karşılıklı konuşulurdu. Konuşmada tabiatıyla Kuran ayetlerinden de örnekler verilerek, insanlara iyiliği, doğruluğu ve güzelliği öğütleyen esaslar anlatılırdı. Konuşmanın sona ermesinden sonra, namazın başlayacağını haber veren “Kaamet” yani Namaza Kalkma çağrısı yapılırdı. Farz olan iki rekat namazın kılınmasından sonra ise Müslümanlar işlerine dağılırlardı. Hz Peygamber evine döndükten sonra, “Sünnet” denilen kendine has namazları da kılardı. Fakat kimseye bunların kılınmasını emretmezdi.

Hz Osman döneminde, hutbenin, yani konuşmanın başlama vaktini haber vermek için bir ezan daha konuldu. Buna daha sonraları İç Ezan adı verildi. Zaman içinde, Cuma namazının muhtevasında da bazı değişiklikler yapıldı. Hutbede halife veya sultanın adı zikredilmeye ve onlar adına övgüler yapılmaya başlandı. Hz Peygamber’in yalnız kıldığı Sünnet namazlar da mescitte kılınır oldu. Müslümanlar bu namazlara da farzlar kadar önem vererek cuma namazını uzattılar.

Bazı fıkıhçılar, “Cuma namazı her yerde aynı zamanda kılınamadığı için geçerli olmaz” düşüncesiyle “Zuhr-i Ahir” (Son Vakit) denilen 4 rekatlık bir namaz daha eklediler. Bu değişikliklerden sonra Allah’ın emrettiği 2 rekat namaz -sünnetlerle birlikte- 16 rekata çıkarıldı.

Hutbeyi her İslam toplumunun kendi dilinde okuması gerekirken, Müslümanlar Arap dilini kutsal kabul edip değiştirmediler. Osmanlı döneminde Cuma ve Bayram Hutbeleri Arapça olarak mevlid gibi makamla okunur oldu. Bu sebeple, hatiplerin güzel sesli ve musiki bilir olmalarına önem verilirdi. Halk, hutbenin konusunu anlamadığı için hatibin güzel sesine veya geçtiği makamlara dikkat ederdi. Musiki meraklıları kendi aralarında : “Cuma günü filan camiye gittim. Hatip hutbeye Hüseyni makamıyla girdi, tam sekiz makam geçti ve rast makamı ile bitirdi.” diye konuşurdu.

Mustafa Kemal Atatürk, bu cehalete son verdi. 1 Mart 1922 tarihinde mecliste yaptığı konuşmada bu konuda şunları söylüyordu :

Camilerin mukaddes minberleri, halkın ruhi ahlaki gıdalarına en yüksek en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille, ruh ve beyine hitap olunmakla Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur. Fakat, buna karşılık, hutbe okuyanların taşıması gereken ilmi özellikler, özel liyakat ve dünya durumunu anlayıp bilmesi önemlidir.[1]

Bu konuşmadan bir yıl sonra 7 Şubat 1923 Salı günü Balıkesir Zağnos Paşa Camii minbere çıkarak yaptığı konuşmada şunları ifade etti :

Ey Millet, Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selâmı, âtıfeti, hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Muhammed Mustafa Efendimiz Hazretleri Cenâb-ı Hak tarafından insanlara hakâyık ve akâid-i kat’iyyeyi telkin etmek için me’mûr olmuştur, mersûl olmuştur.

Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerinin delâlet-i peygamberânesiyle tesis etmiş olan dînimizin kanûn-i aslîsi cümlenizce mâlumdur ki Kur’an-ı Azîmüşşânın ihtivâ ettiği nusûhtur. Bu nusûha istinâden tesis etmiş olan dinimiz 1300 bu kadar seneden beri âlem-i beşere feyz-i rûhânî vermiş son dindir ve dîn-i ekmeldir. Çünkü tabiata, akla, mantığa tamamen muvâfık, mutâbık ahkâmı ihtivâ eder.

Filhakîka böyle olması ve en son din olabilmesi için bu mezâyâyı âliyeyi (yüksek meziyetleri) câmî bulunması (içine alması) icap eder. Çünkü aksi takdirde kavânîn-i ilâhiye  (ilâhî kanunlar) beyninde tezat olması lazımdır. Zira bilcümle kavânîn-i dîniyeyi yapan ve kuran Allah Azîmüşşân’dır.

Biliyorsunuz Cenab-ı Peygamber bütün mesâi-i zâtiyesinde (şahsî çalışmalarında) iki hâneye mâlik bulunuyordu. Birisi kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini ekseriyâ Allah’ın evinde, camide Eshâb-ı Kirâm ile istişâre ederek yapardı. Biz bu dakikada Allah’ın evinde bulunuyoruz.

Allah’ın huzurunda, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin ehl-i imân ile beraber ictimâ ettiği dâr-ı kudsîde bulunuyoruz. Böyle bir sevaba beni muzahhir eden (kavuşturan) Balıkesir’in dindar, çok kıymettâr ve kahraman insanlarının huzûrudur. Bundan dolayı çok memnunum. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a karşı en kıymetli bir vazife ifâ ettiğimizden nâşî (dolayı)  en büyük sevaba nail olacağım.

Ey Balıkesir Halkı!

Camiler yalnız birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için değildir. Camiler bilhassa din ve dünya için neler yapmak mecburiyetinde olduğumuzu düşünmek, meşveret etmek (fikir alışverişinde bulunmak) içindir. Herşey ancak meşveretle iyi tarîka (yola) sevk edilir.

Biliyorsunuz ki Cenâb-ı Peygamber ekseriya rufekâ-i mesâîsiyle (çalışma arkadaşlarıyla) meşveret eder, dünya umûrunda (işlerinde) kendinden kuvvetli, daha zekî arkadaşları olduğunu teslim buyururlardı.

Binâenaleyh, sizin de kendi işlerinizde her birerlerinizin dimağları (beyinleri) mutlaka ayrı ayrı hâli faaliyette (çalışma hâlinde) bulunmalıdır.

Bugün burada memleketimizin mâmûriyeti için, bütün bunların istinâd ettiği (dayandığı) istiklâli tâmmemiz (tam bağımsızlığımız) bilâ kayd-ı şart (kayıtsız şartsız) hâkimiyetimiz (egemenliğimiz) için neler düşündüğümüzü açıkça söyleyelim, hasbihâl edelim (konuşup dertleşelim).

Ben size yalnız kendi düşündüklerimi söylemek değil, sizin düşündüklerinizi bilmek istiyorum. Esasen âmâl-i Milliye (millî emeller), irâde-i milliye (millî irâdeler), temâyulât-ı milliye (millî meyiller) demek, halkın içerisinden şu veya bu bir kaç kişinin emelleri değil, bütün bir milletin muhassalası (hülâsâsı, özü) demektir. Bu muhassalanın fevkine (üstüne) çıkmak ve tahtında(altında) kalmak mutlaka yanlıştır.

Hakîki yolu bulabilmek için halkın efkârı hissiyâtını (fikrî duygularını) daima bilmek lâzımdır. Buna binâen sizden çok rica edeceğim: Bana ne sormak istiyorsanız sorunuz, dinleyeceğim. Cenâb-ı Hakka tekrar hamd ve senâ ederek burasını terk ve sizi dinlemek üzere aşağıya iniyorum.’ Minberden indiklerinde ise hutbe ile ilgili olarak sorulan bir soruya da şu cevabı vermişlerdir:

‘Efendiler! Hutbe demek halka hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman  bundan bir takım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen Hatip’tir. Yani söz söyleyen demektir.

Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber hayatta bulunduğu dönemde hutbeyi kendileri söylerlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek ilk dört Halîfe’nin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört Halîfe’nin söylediği şeyler o günün meseleleridir. O günün askerî, idarî, malî, siyasî ve sosyal konularıdır. Müslümanlar çoğalmaya, İslâm ülkeleri genişlemeye başlayınca, Hazreti Peygamber’in ve dört Halîfe’nin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkan kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri tebliğe bazı kişileri görevlendirmişlerdir. Bunlar herhalde Müslümanların en büyük reisleri idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatır ve doğru yolu göstermek için ne söylemek lazımsa söylerlerdi.

Bu usûlün devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması. Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece mühimdir. Çünkü herşey açık söylendiği zaman halkın aklı faaliyet durumunda bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir…

Hutbeden maksat halkın aydınlatılması ve doğru yolun gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, ikiyüz hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve tembellik içinde bırakmak demektir. Hatiplerin halkın kullandığı dille konuşması lazımdır.

Geçen sene Millet Meclisi’nde söylediğim bir nutukta demiştim ki, ‘minberler, halkın şuurları ve vicdanları için bir ilim ve nur kaynağı olmuştur. Böyle olabilmesi için minberlerden yankılanacak sözlerin bilinmesi, anlaşılması ve ilmî ve fennî hakîkatlere uygun olması lazımdır. Asil hatiplerimizin siyasî, sosyal ve medenî gelişmeleri her gün takip etmeleri gerekmektedir. Bundan dolayı hutbeler tamamen Türkçe ve zamanımızın ihtiyaçlarına uygun olmalıdır ve olacaktır.”

M. Kemal Atatürk, minberde verdiği bu Türkçe hutbeden sonra aşağı inmiş ve halkın kendisine yönelttiği soruları cevaplandırmıştı. Hutbeler hakkında sorulan iki soruya karşılık verdiği cevapta şunları söylemişti :

“Hutbelerin halkın anlıyamıyacağı bir lisanda olması ve onların da bugünkü icabat ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, halife ve padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmiye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat ahalinin tenvir ve irşadıdır, başka şey değildir. Yüz, ikiyüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hutebanın herhalde nasın (insanların) kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir. Geçen sene Millet Meclisi’nde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki; “minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menbaı feyiz, bin menbaı nur olmuştur.” Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayiki fenniye ve ilmiyeye mutabık olması lazımdır. Hutebayı kiramın ahvali siyasiye, ahvali içtimaiye ve medeniyeyi her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat verilmiş olur. Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabatı zamana muvafık olmalıdır. Ve olacaktır…[2]

23 Şubat 1925 tarihinde Büyük Millet Meclisi‘nde birçok milletvekilleri hutbelerin Türkçeleştirilmesini istediler. Aynı yılın sonbaharında ise, hutbede bulunan duaların Türkçe ve Arapça olarak okunması teklif edildi. Daha sonra, beş uzmandan oluşan bir komisyon, 1926 yılı sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı’na bir reform taslağı ve Ahmet Hamdi Akseki tarafından hazırlanan 58 adet örnek hutbe sundu. Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi bu hutbeleri bastırdı ve hatiplere dağıttı.  Bunlara ekli olarak gönderdiği yazıda ise, Hutbe’de geçen Kuran ve Hadis metinlerinin Arapça olarak, nasihat bölümünün ise Türkçe olarak okunmasını istedi. İlk iki baskısı 1927 yılı içerisinde basılıp biten “Yeni Hutbelerim” isimli kitabın üçüncü baskısı 1936 yılında yapıldı.

Atatürk, Kuran ve Hadis metinleriyle birlikte bütün hutbenin Türkçe olarak okunmasından yana idi. Bu amaçla, 3 Şubat 1932 tarihinde Ayasofya‘da Türkçe Kuran‘ların okunduğu gece Hafız Sadettin Kaynak‘ı yanına çağırdı. Ertesi gün Ramazan ayının son Cuma günü idi. Elindeki Kuran tercümesinden hutbenin konusunu seçmişti. Hafız Sadettin‘in Süleymaniye Camii’nde ilk Türkçe hutbeyi okumasını emretti. “Katiyen sarık istemem. İşte bu gece giymiş olduğun elbise ile başı açık olarak okuyacaksın fakat, hava soğuktur, paltonu giyebilirsin.” diyerek hutbeyi nasıl okuyacağını, nasıl hitab edeceğini izah etti. Sadettin Kaynak’ın okuduğu hutbenin önemli kısımları şöyleydi :

Ey ululardan ulu Tanrı! Sana hamdederiz. Bütün alemleri yoktan vareden ve onlara rızık veren Sensin. Sana şükrederiz. Bütün mahlukat içinde insanları en mükerrem yaratan Sensin.En şerefli kulunu, doğrulunda şüphe etmediğimiz büyük kitabınla bize hak Peygamber olarak gönderdin. Yalnız sana tapar ve yalnız senden yardım isteriz. Ey Ulu Tanrı bizi imandan ayırma.

Ey Müslümanlar! Ulu Tanrı buyuruyor ki : “

“Bazı insanlar : “Allah’a ve ahiret gününe inandık, biz de müminiz” derler. Böylelikle Allah’ı ve müminleri aldatmak isterler. Halbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar. Ve böyle yaptıklarını da anlamazlar. Onlara : “Dünyayı fesada vermeyiniz” denildiği zaman : “Hayır! Biz ıslah ediyoruz” derler. Halbuki ifsat ederler, lakin anlamazlar. Kendilerine : “Herkes gibi iman ediniz” denildiği zaman : “Biz aptallar gibi mi inanacağız?” derler. Halbuki kendileri aptaldırlar. Bunu bilmezler!. Allah ile yaptıkları ahitleri bozanlar, Allah’ın birleşmeyi emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünü fesada verenler hüsrandadırlar. Islah edilen yeryüzünü ifsat etmeyiniz. Allah ifsat edenleri sevmez. Kendiniz yapmadığınız iyilikleri başkalarına nasıl tavsiye edersiniz? Kitabı okuyorsunuz, hiç düşünmüyor musunuz?” (Bu Ayetler Atatürk tarafından seçilmiştir).

Ulu Tanrım, hak ve adaletle hareket edenleri Sen payidar eyle. Cumhuriyetimizi ve Türk milletini Sen muhafaza eyle. Türk ordusunu havada, denizde ve karada daima muzaffer eyle. Topraklarımıza bol bereket ihsan eyle. Mahsulatımızı her türlü afetlerden sakla. Mubarek şehitlerimize ve ölülerimize rahmet eyle.

Allah adil ve ihsan ile emreder. Akrabanızdan muhtaç olanlara muaveneti emreder. Fuhşu ve kötülüğü ve haksızlığı yasaklar. Allah size nasihat veriyor. Umulur ki düşünürsünüz.[3]

1993 yılında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, bu konuda nispeten güzel bir uygulama daha başlattı. Hutbe‘den inmeden önce okunan Kuran ayetinin (Sadettin Kaynak tarafından okunan Türkçe hutbenin son paragrafı) Arapçasından sonra Türkçesinin de okunmasını sağladı.

KAYNAK: Dr Abdullah Manaz, Atatürk Reformları ve İslam, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2. Baskı, Aralık – 2010, İstanbul, sh.267.

 


[1] Atatürk’ün T.B.M.M. Açık ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları, K. Öztürk, II. cilt, s. 745.

[2] G.M.K.Atatürk Din Politikası Üzerine Konuşmalar, Haz: Prof.Dr. Kemal Aytaç, Ankara Üniversitesi Basımevi – 1986, s. 103 – 105.

[3] Atatürk ve Din, Sadi Borak, İstanbul – 1962, s. 71; Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, N.Ahmed Banoğlu, c. II, s. 352.

Paylaş / Share