Hukukun Değişimi

Kuran ve Hadisler’de yer alan hukuk kuralları, Hz Muhammed dönemindeki Arap toplumunun sosyal şartlarına bağlı olarak bildirilmişti. Bu yüzden, Miras, Kısas, Şahitlik, Evlenme, Köle ve Cariye hukuku gibi birçok alanlardaki kurallar o günkü Arap örfüne göredir. Nitekim, özellikle Hz Ömer döneminde bu kurallar -açık Kuran hükmüne rağmen- değiştirilmiştir.

Hz Peygamber’den sonra Müslümanlar birçok siyasi, hukuki ve ekonomik sorunlarla karşılaşmış ve bunları çözmeye uğraşmışlardır. Çoğunlukla Kuran ve Hadislerde bulunmayan bu konular hakkında, Kuran’ın ruhuna uygun olarak akıllarına göre içtihadlarda bulunmuşlardır. Bu içtihadlar, ilahi değil insani esaslardır. Nitekim, ortaya konulan esaslar müçtehidlere ve düşünce ekollerine göre değişiklik arzetmiştir. Bu kurallara ilahi kurallar denilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, Müslümanlarca belirlenmiş hukuk kurallarına, İlahi Hukuk anlamında İslam Hukuku demek son derece yanlıştır. Bu hukuka ancak Müslüman Arap Hukuku, Müslüman Osmanlı Hukuku veya Müslüman Hind Hukuku denilebilir.

Bu çerçeve içerisinde, Cuveyni’nin de belirttiği gibi; “Hüküm ve fetvaların onda dokuzu rey ve istinbatla elde edilmiş olup, haklarında açık nas (Kuran veya Hadis) yoktur.”[1] Aynı şekilde, Kuran’da -İslam bilginlerine göre sayısı değişen- en fazla 50 ile 500 arasında hukuki uygulamadan söz edilir. Bunların bir kısmı da zaman içinde ihtiyaçlara göre farklı uygulanmıştır. Halbuki insanların ihtiyacı olan hukuk kuralları, binlerle, yüzbinlerle ifade edilir ve her geçen gün ihtiyaca göre değişerek artar.

Şehristanı içtihad konusunda şöyle söylüyor : “Kesin olarak biliyoruz ki, gerek ibadetler ve gerekse tasarruflar sahasında hadiseler sayıya ve hududa sığmayacak kadar geniş ve çoktur. Yine kesinlikle biliyoruz ki, her hadise için bir nas gelmemiştir. Zaten bu tasavvur da edilemez. İmdi naslar sınırlı, vakıalar ise sınırsız olunca, sınırlı olan sınırsızı içine alamayacağına göre, kesin olarak anlaşılıyor ki, içtihad ve kıyas farzdır.[2]

Gerek naslar, gerekse içtihad ile ortaya konulmuş bulunan dini hükümlerin bir kısmı, önceden yerleşik bulunan örf, adet ve nizamı değiştirmek, onları yeniden tanzim etmek için vazedilmiştir. Bir kısmı ise, hükmü verme sırasındaki örf, adet ve şartlara uygun olarak ortaya konulmuştur. Bu hükümlerin, örf, adet ve şartların değişmesi ile değişeceği tabiidir. Değişen bu şartlara göre yeni hükümler çıkarmak ise bir içtihad meselesidir.[3]

Aynı konuda son yüzyılın en akılcı bilginlerinden Muhammed Abduh’un da güzel görüşleri vardır. Burada, Abduh konusunda birkaç kelime söylemekte yarar var. Batılı araştırmacılar ve bazı İslamcılar konuyu derinliğine bilmedikleri için Abduh’u, gelenekçi İbn Teymiye çizgisinde kabul ederler ki bu son derece yanlıştır. Abduh, Batı dünyasında bile ayrı bir felsefi ekol başlatan İbn Rüşd çizgisinde akılcı bir düşünürdür. Abduh şunları söylüyor :

«Zamanın değişmesiyle insanlar öyle işler ve olaylar karşısında kalırlar ki, fıkıh kitaplarında bunların hükmü açıklanmamıştır. Onların kitapları yüzünden, alemin seyrini mi durduracağız. Bu güç yetmez bir şeydir. Bu nedenle halk ve hakimler, şeri hükümleri bırakmaya mecbur kalmışlar ve başkasını almışlardır.

Halbuki, Buhara halkı zamanlarında çağın ihtiyacı sebebiyle ribaya (faize) cevaz vermişlerdir. Mısırlılar da böyle bir zarurete maruz kalmışlardır. Fukaha zenginlere sıkı davranmış, zenginler de dini kusurlu sanmışlar ve fahiş kar ile yabancılardan borç almışlardır. Memleketin servetini kurutmuşlar ve ecnebilerin eline terketmişlerdir. Allah katında bundan fakihler sorumludur.

Çünkü, çağın zamanın durumunu bilip halkın uyabileceği bir şekilde hükümler çıkarmak onların görevidir. Fakat, onlar kitaplarda yazılıp çizilmiş olanlara saplanıp onları aynen muhafaza etmekle yetinmişlerdir. Onları herşey bilip, onlardan dolayı herşeyi terketmişlerdir. Bunlar usül okurlar, fakat bu kitaplardaki fer’i meselelerden birini aslına irca etmek veya delilini araştırmak, içlerinden hiç birinin aklına gelmez. Bu şöyle dursun, biz mukallidiz, Kitab ve Sünnet’e bakmak bize lazım gelmez demekten bile sıkılmazlar.»[4]

Aynı şekilde son devrin büyük İslam düşünürlerinden Muhammed İkbal de bu konu üzerinde durmuş ve Türkiye’nin Cumhuriyet ile birlikte çeşitli alanlarda başlattığı modernleşme çabasını her fırsatta övmüştür :

«Geçen son beş yüz sene içinde, İslam aleminde dini düşünce donmuş ve hemen hemen sabit halde kalmıştır. Avrupa düşüncesinin İslam aleminden ilham aldığı bir zaman vardı. Bununla beraber zamanımızdaki en fazla dikkati çeken olaylardan birisi, İslam aleminin manen Batıya doğru süratle yol almakta bulunmasıdır. Bu harekette yanlış bir şey yoktur. Çünkü Avrupa kültürü, entelektüel açıdan, İslam kültürünün en önemli bazı bölümlerinin daha gelişmiş halidir. Bizim yegane korkumuz, Avrupa kültürünün göz kamaştırıcı dış görünüşünün hareketimize sekte vermesi ve bunun neticesi olarak, bizim o kültürün gerçek özüne ulaşmakta geri kalmamızdır.

Bizim zihni uyuşukluk içinde geçirmiş olduğumuz bütün asırlar boyunca Avrupa, İslam filozofları ve fencilerinin çok yakından alakadar olduğu büyük meselelerle ciddi surette meşgul olmuş, bunları düşünmüştür. İslam ilahiyat mekteplerinin tamamlandığı ortaçağlardan beri düşünce ve tecrübe sahnesinde görülmemiş bir ilerleme olmuştur… Şüphesiz ki, İslam esaslarını incelemek zamanı çoktan gelmiştir.»

«İslam hukukunu hemen hemen tamamen hareketsiz ve donuk bir hale getirmiş olan zihniyetin sebeplerini bulmamız zaruridir. Bazı Avrupalı yazarlar, İslam hukukunun donuklaşmasını Türklerin tesirine bağlarlar. Bu ise, tamamıyla sathi bir görüştür. Çünkü İslam hukuk ekolleri, İslam tarihinde Türk tesirinin başlamasından uzun zaman evvel son şeklini almıştı.»

«Şu bir gerçektir ki; İslam milletleri arasında bugün dogmatik uykusundan uyanıp benliğine kavuşan tek millet Türkiye’dir. Zihni (Akli) hürriyet hakkını talep eden yalnız odur. Bugün birçok Müslüman memleketlerin hali, eski kıymetleri sürekli tekrarlamaktan ibarettir. Halbuki, Türk yeni kıymetler meydana getirme yolundadır. O, benliğini kazandıran büyük tecrübeler yaşamıştır. Onda, hayat, hareket etmeye, değişmeye ve genişlemeye başlamıştır.»[5]

Bu çerçeve içinde Hukukun temeli, ilgili toplumun Ahlak kuralları, örfü, gelenekleri, ihtiyaçları, çağın gerekleri ve halkın faydası ile akıl ve bilimin rehberliğidir. İnsanlık tarihi boyunca gelen bütün Elçilerin, uyarıcıların ve bilim adamlarının amacı toplumları iyiye, doğruya ve güzele götürme çabası olmuştur. İslam kültüründe ise, yeni belirlenecek kurallarda 5 esasın (Aklın, Canın, Malın, Neslin ve Ahlakın) korunması amaçlanmıştır. Bu yüzden, bir toplumdaki hukuk kurallarının ne ölçüde İslami olup olmadığı değil, ne ölçüde toplumun yararına olup olmadığı tartışılabilir.

KAYNAK: Dr Abdullah Manaz, Siyasal İslamcılık II, Türkiye’de Siyasal İslamcılık, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 1. Baskı, Ocak – 2008, İstanbul, sh.512.


[1] İslam Hukukunda İçtihad, H. Karaman, s. 27.

[2] İslam Hukukunda İçtihad, H. Karaman, s. 27.

[3] İslam Hukukunda İçtihad, H. Karaman, s. 30.

[4] Tarihu’l Üstad … Abduh, Reşid Rıza, C. I, s. 944.

[5] İslamda Dini Düşüncenin Yeniden Teşekkülü, Muhammed İkbal, s. 24,168,181.

Paylaş / Share