FETÖ Terör Örgütü

21/08/2016

Fetulla Gülen, 10 Kasım 1938’de, hatta saat 9’u 5 geçe doğduğunu iddia ederek kendisinin bu şekilde Deccal olduğunu ima ettiği Atatürk’ün ölümüyle birlikte dünyaya gelen Kurtarıcı ve Islah Edici (Mehdiyet ile Mesihiyetin birleştiği özel bir şahsiyet) olarak tanımlamaktadır.

Esasen Fetulla, nüfus kayıtlarına göre 27 Nisan 1941 tarihinde Erzurum’un Pasinler ilçesi Korucuk köyünde doğmuştu. Fetulla‘nın dedeleri Ermeni çetelerine yardım ettikleri gerekçesiyle Bitlis‘ten kovularak Pasinler‘e gelmişlerdi. Burada Türk Tarih Kurumu eski Başkanı Yusuf Halaçoğlu‘nun 2007’de  “Müslüman kimliğinde 500 bin kripto Ermeni olduğuna” ilişkin tezi, Fetulla’nın da baba tarafının Ermeni kökenli olması ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Ermeni papazların uzun yıllar bazı doğu illerinde Müslümanlara imamlık yaptıkları ve birçoğunun isyanlar sırasında Ermeni çetelerine yardım etmesiyle gerçeğin anlaşıldığı bölgede bilinen ve anlatılan tarihi gerçeklerdi. Türkiye Ermenileri Patrikliğinin 2010’da “Müslüman bilinen Ermenilerin eski kimliklerine döndüğüne” ilişkin açıklaması da bunu teyid etmişti.

(Burada bir parantez açmak gerekirse; Tehcir sırasında yurtlarında kalmak için bazı Ermenilerin yöredeki Alevi ve Kürt kimliklerine büründükleri bilinen bir gerçektir. Araştırmacılara göre, Kürt kimliğine bürünenler sonraki yıllarda PKK Terör Örgütü‘nün siyasi kanadını oluşturmuşlar, ASALA ile PKK arasındaki işbirliği ve bütünleşmeye öncülük etmişler, takiben de PKK yanlısı siyasi partilerin yönetimini üstlenmişlerdir. Aynı şekilde, Kürt Alevisi kimliğine bürünenlerin ise zaman içerisinde Fransız İstihbaratı (DSGE) gözetiminde TİKKO gibi silahlı terör örgütlerinin kuruluş ve yönetimini gerçekleştirdikleri, bir çoğunun ise gizli intikam ve nefretlerini saklayarak CHP‘yi Atatürk Milliyetçiliği çizgisinden uzaklaştırarak parti yönetiminde etkin oldukları gözlenmiştir. Bu yüzden CHP içerisindeki Atatürkçü Türkmen Alevilerden farklı bir çizgi benimsemişler, PKK yanlısı partilerle işbirliğine her zaman öncelik vermişlerdir. )

Fetulla’nın Pasinler’e gelip yerleşen dedelerinin, İstiklal Savaşı yıllarında savaştan kaçmak için buradan ayrılıp bir süre Yozgat‘ın Yerköy ilçesinin bir köyünde saklandıkları kaydedilir. Daha sonra babası da Korucuk‘tan kovulmuş ve 1949’da Alvar köyüne taşınmıştır. Babasının -muhtemeldir ki din bilgisinin yetersizliği sebebiyle- Alvar ve Artuzu köylerinden de kovulduğu nakledilmektedir. Bu yüzden Fetulla, ilkokulu bitirememiş ve sonradan dışarıdan ilkokul diploması almıştı. “Babamın irdelenmesini, yadırganmasını, hazmedilememesini içimden atamadım…” diye söyleyen Fetulla, önceleri baba tarafından Kürt olduğunu iddia etse de sonraki yıllarda bu iddiasından vazgeçmiş ve Türklüğü ile ilgili bir ifadeyi de benimsememiştir. Kovulmuşluk ve dışlanmışlık ortamındaki Fetulla’nın içinde bulunduğu topluma karşı büyük bir kin ve intikam duygusuyla büyüdüğü açıktır. Diğer yandan, Merhum Aytunç AltındalGülen’in babasının, ‘Öyle bir evlat yetiştiriyorum ki, bunları kendi dinleri ile vuracak’ dediği de rivayet olunur” şeklinde bir aktarımda bulunmaktadır. İlk nüfus kayıtlarında isminin sonunda H harfinin olmadığı ve gerçek isminin Fetulla olduğu kaydedilmektedir. Kendi kitaplarında ifade ettiği üzere Alvar’da Sadi Efendi ve Cemal Efendi‘nin eğitim halkalarından kovulmuş ve aldığı din eğitimleri hep yarım kalmıştı.

Fetulla ile ilgili bir başka bilinmeyen de annesinin ismidir. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki nüfus cüzdan suretlerinde baba adı: Ramiz, anne adı: Rabia olarak geçmektedir. Buna karşılık, kaçak olduğu dönemde 1986 yılında pasaport başvurusu yapan Fetulla, annesinin ismini Rabin olarak yazdırmıştır. Cemaat içinde ise anne isminin Refia olduğu kabul edilmektedir. İsmi ne olursa olsun, Fetulla’nın annesinin babası Osmanlı’nın son döneminde Edirne İkinci Ordu Birinci Fırka Topçu Komutanı Mehmet Şükrü Paşa idi. Şükrü Paşa’nın Edirne’ye atanmasından sonra bölgedeki ayrılıkçı hareketlerin arttığı ve Paşanın atalarının da İspanya’dan göç eden Sefaradlara dayandığı kaydedilmektedir. İzmir’e vaiz olarak atandığı dönemdeki (1966) özel bir sohbette Sabetay Sevi’nin on yedinci yüzyılda yaşadığı eve yaptığı ziyareti anlatan Fetulla; o evdeki Yahudi cemaati mensuplarının kendisine ‘Muhterem Gülen, sen bizim Mesihimizsin diye seslendiğini söylüyordu. [1]

Fetulla, tanıyanlardan bizzat aldığım bilgilere göre 1953 yılında İzmir‘e geldi. Burada KestanePazarı Kuran Kursu’nda zaman zaman Kuran dersleri verdi. O yıllarda çocuk olarak Fetulla’nın kısa süreli ders verdiği kişilerin ifadesine göre, Erkek çocuklarına karşı aşırı bir ilgisi vardı, çocuklara kısa pantolon giymeyi yasaklamıştı. Bu hatırayı doğrudan dinlediğim büyüklerim “Hoca’nın bakışlarından rahatsız olur ve bunu aramızda konuşurduk” diye ifade ettiler.

Fetulla Gülen 1957 yılında Nurculara katıldı ve cemaat adına konuşmalar yapmaya başladı. 6 Ağustos 1959‘da Diyanet İşleri Başkanlığı‘nda resmen İmam oldu. İşte bu yıllardan itibaren Fetulla’nın yıldızı parlamaya başladı. Verdiği vaazlar (dini anlatımlar) sırasında ağlar ağlar ve bayıldığı zamanlar olurdu. Onun bu tavırları, İzmir‘de yerleşik özellikle Aksekili, Konyalı ve Kayserili esnafları çok etkilerdi. Bu dindar insanların çoğu oldukça varlıklı kişilerdi ve bu yüzden Fetulla’ya maddi olarak da büyük destek veriyor ve himaye ediyorlardı. Fetulla, Eski Lale Sineması yakınındaki Selçuk Oteli‘nin yaklaşık 500 kişiyi alan geniş salonunda dini konuşmalar yapardı. Terzi Kemal‘in organize ettiği bu dini toplantılar -çoğu Grunding- kasetli teyplerle kaydedilir, kopyalanarak çoğaltılır ve her yere dağıtılırdı.

Fetulla 1961’de askere gitti ve 1963’te askerliğini bitirip Erzurum’a döndü. Burada kaldığı 1 yıllık dönemde Komünizmle Mücadele Derneği’nin İzmir’den sonra Erzurum’daki ikinci şubesinin açılışına öncülük etti. Bu dernek Türkiye’nin NATO’ya girişinden sonra Gehlen‘in kurduğu ilk sivil Pentagon örgütüydü. Fetulla bir süre Edirne’de görev yaptı ve 31 Temmuz 1965‘te Kırklareli Merkez Vaizi oldu. Burada vaizken Ermeni Patriği Şinork Kalustyan‘a bir mektup yazmış ve aynen şu ifadeleri kullanmıştı:

Esasen bütün milletler ve insanlar kardeştirler. Çünkü hepimizin Büyük Anası Hz. Havva dedesi Hz. Âdemdir… Bütün insanlar fanidir. Binaenaleyh mahdur ömürleri müddetince hoş ve kardeşçe geçinmek lazımdır. Bütün dinler, bilhassa semavi dinler insanlara daima iyilik hoşgörülük tavsiye etmektedir. Musevilik, Hıristiyanlık dinlerinin esasları birbirine çok benzemektedir. Semavi dinleri bize tebliğ eden Peygamber dediğimiz büyük insanların müşterek dedeleri Hz. İbrahim Aleyhisselam’dır. Binaenaleyh insanların din ve milliyet ayrılığından bahsederek birbirleri aleyhine düşmanca hareket etmeleri yersizdir. İnsanlara daima müsamaha ve iyilik emreden büyük insan büyük Peygamber Hz. İsa Aleyhisselam bir mümessili sıfatıyla bu makamda bulunmanız bana ve Müslüman âlemine onur vermektedir. Çocukluk ve meslek hayatımda tanıdığım birçok Ermeni aile ve şahsiyet vardır. 1915 yılında Ermenilere yapılan büyük soykırımını lanetle yadetmekten geçemeyeceğim. Öldürülen katledilen insanların içerisinde ne kadar büyük insanların bulunduğunu derin bir hassasiyetle okuyor onları saygıyla anıyorum. Büyük Peygamberiniz Hz. İsa Aleyhisselam’ın çocuklarının Müslüman geçinen cahil insanlar tarafından katledilmesini esefle kınıyorum. Bu vesile ile zatı alinize sonsuz teşekkürlerimi sunar bu toprakların değerli çocukları olan Ermeni yurttaşlarımızı Rum vatandaşlarımızı aziz Türk kardeşleri ile daima huzur ve saadet içinde yaşamalarını ulu tanrıdan niyaz ederim. 

Kırklareli vaizi Fethullah Gülen

Bu mektupta yer alan ifadeler, Fetulla’nın babasının Ermeni kökenine ilişkin iddiaları güçlendirmektir.

Fetulla, 1966’da İzmir Merkez Vaizi oldu ve KestanePazarı Kuran Kursu’nda gönüllü olarak Kuran öğreticiliğine devam etti. Kirası İlim Yayma Cemiyeti tarafından karşılanan bir evde üniversite talebeleri yetiştiriyordu.[2] Kuran öğreticiliği sırasında ilkokul ve ortaokul seviyesindeki talebeleri falakaya yatırması, hiddet ve öfke ile dövmesiyle tanınmıştı.

1970 yılında KestanePazarı’ndaki dernekten ihraç edildi ve 1971‘de İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından ifadesi alınıp, hakkında dava açılarak vaaz vermesi yasaklandı. Aynı yıllardan itibaren Yeni Asya grubunun hizipçiliğine tepki olarak Fetulla çevresinde bir cemaat oluştu. 1972 yılında Erzurum’a giderek, buradaki Nurcu liderlerle görüştü ve 1973 yılında Balıkesir Edremit’e tayin edildi. 1974 yılında merkez vaizliğine atandı ve 1976 yılında İzmir Bornova İlçe vaizliği görevine getirildi. Takiben geniş eğitim faaliyetlerine başladı.

Fetulla, İzmir’de bulunduğu bu yıllarda İzmir Amerikan Kültür Derneği’nin müdavimlerindendi. İlk olarak burada CIA mensupları ile tanıştığı ve 1952’de İzmir Buca Şirinyer’de kurulan  NATO Karargâhı’ndaki Askeri İstihbarat elemanlarına zaman zaman sohbet verdiği ve Bozyaka & Buca‘daki evlerinde görüşmelere başladığı anlaşılıyor. Karargâhtaki Fetulla hayranı subayların aracılığında Amerikalılarla da iletişim kuran Fetulla’nın İzmir Amerikan derneğinde de bazı sohbetler yaptığı ve ilişkinin düzenli bir işbirliğine dönüştüğü görülüyor. NATO’nun OrtaDoğu’ya yönelik bütün operasyonlarının merkezi burasıydı ve dolayısıyla Pentagon‘un istihbarat birimlerinin de ana yerleşimi yine İzmir‘de bulunuyordu. 1976 – 1978 yılları arasındaki bu yakın ilişkiler sonucunda biraz sonra izah edeceğimiz Gizli Teşkilatın temelleri de atılmış oluyordu.

1978 yılına gelindiğinde OrtaDoğu’da ABD için hayati önem taşıyan iki konu vardı: Afganistan‘ın Ruslar tarafından işgali ve İran‘daki mollaların isyanı. Humeyni‘nin büyük oğlu Mustafa -Rus İstihbaratı tarafından- suikastla öldürülmüş ve Mollalar isyana başlamışlardı. ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük müttefiki Şah Yönetimi yıkılmak üzereydi.  İşte bu dönemde Pentagon, Rusya ve İran tehditlerine karşı iki önemli Hizmet Hareketi kurmayı planladı.

Seçilen ilk Teolog, “Global Cihadın Babası” (Father of Global Jihad) olarak bilinen Filistinli Sünni İslam ideoloğu (Şam ve Ezher Üniversiteleri mezunu) Dr Abdullah Azzam oldu. Azzam, Cidde‘deki Kral Abdulaziz Üniversitesi’nde Şeriat dersi veriyordu. Usame bin Laden burada öğrenciydi (1976-1981) ve Azzam ile ilk kez burada tanıştılar. 1979’da Afganistan resmen Ruslarca işgal edilince, Azzam Pakistan’a gitti ve Ruslara karşı ilk Cihad Fetvası’nı yayınladı. 1980 yılında İslamabat’taki -CIA’nın etkin olduğu- Uluslararası İslam Üniversitesi’ne Hoca oldu. 1981 yılında Usame Bin Laden de okulunu bitirip Pakistan’a geldi. Pentagon ve Pakistan Gizli Servisi (ISI) yardımıyla, 1984 yılında Afganistan’da Rus işgaline karşı savaşacak Mektebu’l Hidamati’l Mücahidin El Arab (Arap Mücahitlerine Hizmet Bürosu) örgütü kuruldu. Bilindiği gibi bu örgütün siyasi sorumlusu Lübnan Amerikan Üniversitesi’nde CIA adına eğitim gören ve sonraki yıllarda Bush’un Ortadoğu Danışmanı olan Zalmay Halilzad, Lojistik ve Finans Sorumlusu ise yine CIA tarafından eğitilen Usame Bin Laden idi. 1989’da Rus işgali sona erip Sovyetler dağılınca -işi biten- Dr Abdullah Azzam, sırlarıyla birlikte CIA tarafından bir bombalı araçla öldürüldü. Laden de El Kaide’nin kuruluşuna başladı.

Tespitimize göre, İran İslam Devrimi‘nden kısa bir süre önce ABD’nin Rusya ve İran tehditlerine karşı kurduğu diğer büyük Hizmet Hareketi için Fetulla Gülen seçilmişti. 12 Eylül’e doğru hızla yükselen iç çatışma sürecinde Gülen tarafından önderlik edilen Nurcular, Orduyu öven birçok yazılar yayınladılar. Tesadüf değildir ki, Cemaatin ilk ve en önemli yayın organı Sızıntı dergisi de Humeyni’nin İran’a ayak bastığı 1979 Şubat ayında yayın hayatına başladı. Fetulla’nın 12 Eylül’den bir hafta önce, İzmir Bornova’daki vaazının ardından Cami’de Turgut Özal ile bir görüşmesi oldu. 11 Eylül günü 20 günlük rapor aldı ve Erzurum’a gitti. 1980 Aralık ayında tayinini Çanakkale’ye yaptırdı ve 1981 yılında da Erzurum’dan gönderdiği bir dilekçe ile emekliliğini isteyip emekli oldu.

12 Eylül Darbe Yönetimi, başından beri Ülkücü, Devrimci ve Milli Görüşçülere yönelik tutuklamalar gerçekleştirirken sadece Fetulla ve Menzil cemaatleri ciddi bir takibe tabi tutulmamıştı. Adıyaman’ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyüne giden mürit dolu yüzlerce otobüs –büyük bir kerametle- Askeri kontrol noktalarından rahatça geçebiliyordu. Bu ziyaretler bazı VatanSever ordu komutanlarını rahatsız edince, Menzil Şeyhi Muhammed Raşid 1983 Temmuz’unda Çanakkale’de mecburi ikamete tabi tutuldu. Sonra rahatsızlığı gerekçe gösterilerek Ankara’ya getirildi ve 1985 yılından sonra da tekrar Menzil’e dönüp faaliyetlerine devam etti. Menzil Cemaatinin en önemli fonksiyonu, yükselen Türk Milliyetçiliği hareketini ikiye bölmesi ve MHP içerisinde Ilımlı İslamcı bir ekol oluşturmasıydı. Nitekim, Muhsin Yazıcıoğlu ve Namık Kemal Zeybek’in 12 Eylül sonrasında tutuklu kaldıkları Mamak cezaevinde Menzil’e bağlandıkları kaydediliyordu. 12 Eylül ihtilalini takiben, bir gazeteci olarak Milli Güvenlik Kurulu’nda bulunan bazı subayların “GüneyDoğu’da Said Nursi’nin risalelerini uçaklardan atarak devlete bağlılık yaratma” teklifinde bulunduklarına bizzat şahit olmuştuk. Aynı şekilde, Pentagon’un Büyük OrtaDoğu’yu fiilen şekillendirmeye başladığı bu yıllarda, hem Şii İran’a karşı Sünni İslamcılığın gelişmesine hem de Kürdistan’ın sosyal temellerinin oluşturulması için Kürtçü hareketlere büyük ihtiyacı vardı. Hem Menzil hem de Nurcu Fetulla Cemaatleri Kürtçü geçmişe ve geleneğe sahip gruplardı. Pentagon, Feto mensubu subaylar ve NATO içerisindeki elemanları vasıtasıyla GüneyDoğu’da güvenlik gerekçesiyle aşırı bir güç kullanılmasını sağlamıştı. Yakılan köyler, Kürt vatandaşlarımıza yönelik baskılar neticesinde 1984 yılından itibaren PKK Terör Örgütü de burada taban bulmaya başlamıştı.

Doğrudan yaptığımız araştırmalar ve görüşmelerden derlediğimiz bilgilere göre Pentagon emrindeki Hizmet Hareketi 1977 yıllarından itibaren Askeri okullara girmeye başlamışlardı. Bu konuda doğrudan bilgi sahibi olduğum çok önemli bir örneği vermek istiyorum. Çok yakın bir arkadaşımın Harp Okulu‘nda eğitim gören kardeşi 1982 yılında okulun 3. sınıfında iken bir grup Fetulla yanlısı öğrenci tarafından yatakhanede aşırı bir şekilde dövülmüş ve hastanelik edilmişti. Arkadaşımın babası rütbeli bir asker olduğu için Okul Komutanı ile görüşerek durumu anlatmış ve yapılan soruşturma sonucunda 6-7 kişilik saldırgan grup okuldan atılmışlardı. Bu olaydan bir yıl sonra 1983 Ağustos ayındaki mezuniyet töreninde ise birkaç teğmen bu arkadaşımızın yanına gelerek “Sen arkadaşlarımızı okuldan attırdın, bunun hesabını bir gün kışlada mutlaka sana soracağız” diyerek tehdit etmişlerdi. Bu ifadeyi hem Ağabeyine hem de Babasına anlatan Piyade Teğmen, 1991 yılında Hakkâri Beytüşşebap’ta Kıdemli Komando Teğmen rütbesinde bir operasyon sırasında sırtından vurularak şehit edildi. Olay Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde büyük bir infial yarattı ve TSK Arkadaşımın ailesine yüklü bir miktarda tazminat ödedi. 1991 yılının önemine konumuzun ilerleyen bölümünde yeniden değineceğiz. Özellikle anlatma ihtiyacı duyduğumuz bu örnek, Örgütün o yıllardan itibaren ve 12 Eylül Darbesi sonrasında TSK içerisinde önemli çalışmalar yaptığının çok önemli bir deliliydi. Cemaatin örgüt lideri Fetulla ile birlikte 1981-1986 yılları arasında bir sessizlik ve eğitim sürecine girdiği görülüyordu. Nitekim bu dönemde, Fetulla Gülen sıkıyönetim kararıyla arama listesindeydi ama -NATO korumasında olduğu içindir ki- bir türlü yakalanamadı.

Fetulla, 7 Şubat 1985’te yayınlanan aranan kişiler listesinde olduğu için 1986 yılında Burdur’da bir trafik kontrolü sırasında gözaltına alındı ancak, üst düzeyde yapılan girişimler sonucu –bizzat Turgut Özal’ın telefonuyla- aynı gün serbest bırakıldı. Cemaatin bu tarihten itibaren Devlet kademesinde önünün tamamen açıldığı gözlendi. Nitekim 1986 yılından itibaren soru çalma yöntemiyle planlı ve grup halinde Askeri okullara girmeyi başardıkları bugün artık kesinlikle bilinmektedir. 1989 Mart ayında, Fetulla Gülen’e Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından resmi vaizlik belgesi verildi ve İstanbul İl Müftülüğünce belirlenen camilerde vaaz vermeye başladı.[3]

Bilindiği gibi 1989 yılı dünya tarihi açısından bir dönüm noktasıydı ve Sovyetler Birliği dağılmıştı. Bu dönemde Fetulla, 1990’lı yıllardan itibaren Türk Cumhuriyetleri’ne yönelik okul açma faaliyetlerine öncülük etti. Bu cemaate ait Orta Asya’daki okullar, iyi organizasyon ve ucuz işgücü sayesinde büyük gelişmeler göstermişlerdi. ODTÜ, Marmara ve Boğaziçi gibi Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden mezun olan gençler 300-700 dolar gibi az maaşlarla çalışıyorlar ve yol paraları da hesaba katıldığında tasarruf imkânları olmuyordu. Bunlar, daha orta ve üniversite eğitimleri sırasında kendilerini bu misyona hazırlıyorlar, yurt içinde ve dışındaki okul ve dershanelere öğretmen olarak yetişiyorlardı.[5] Yurt dışındaki okulların çoğunluğu, ABD’nin doğrudan faaliyet gösteremediği Asya ülkelerindeydi. Amerikan İngilizcesi ile eğitim veren Fetulla Kolejleri, bulundukları ülkedeki en modern ve kaliteli eğitim kurumları haline geldiler. Ülke yöneticileri ve üst düzey bürokratların çocukları bu okullarda eğitim görüyor ve Fetulla’nın özel yetiştirilmiş öğretmenlerine emanet ediliyordu. Esasen Fetulla Okulları, CIA ve NATO İstihbaratı için düzenli olarak bilgi toplayan birer Casusluk merkezleriydi. En önemli yöntem ise eğitilen üst düzey bürokrat çocukları ile devletin üst kademesindeki evlere nüfuz etmekti.  İlgili ülkeye ait bütün mahrem bilgiler düzenli olarak ABD’ye ulaştırılıyordu.

1990 yılında ABD’nin Musul petrol bölgesinin işgal edilerek -Kürdistan ile birlikte- Türkiye’nin kontrolüne verilmesi planı Turgut Özal tarafından benimsenmiş ancak Türk Silahlı Kuvvetleri buna karşı çıkarak Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı istifa etmişti. Bu olay, Pentagon’un Türk Devleti’nin bütün kurumlarıyla ele geçirilmesi planını hızlandırdı. 1990’lı yılların ilk yarısındaki Emniyet İstihbarat raporlarına göre; cemaatin en önemli özelliği Asker ve Polis okullarına büyük önem vermesiydi. Yapılan çeşitli araştırmalara göre; Askeri Liseler ve Polis Kolejleri en öncelikli hedef okullardı. Bu okulları kazanan veya hazırlık dershaneleri yardımıyla kazandırılan öğrenciler eğitimleri süresince sivil kıyafetlerle belirli evlerde toplanıyor ve cemaatin ileri gelenlerinin gözetiminde eğitim çalışmalarına katılıyorlardı.[6]

Pentagon, NATO içerisindeki ajan subaylarını kullanmak suretiyle 1990 yılından itibaren bir dizi suikastlar gerçekleştirdi. 1993 yılına kadar devam eden bu Temizlik Operasyonu sürecinde Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis, Musa Anter, Bahtiyar Aydın ve Cem Ersever gibi toplumun her kesiminden birçok Vatansever Toplum Önderi şehit edildi. Sizlere daha önce örneğini verdiğim Arkadaşımın kardeşi Komando Teğmen de yine bu dönemde Fetullacı bir hain tarafından tam da operasyon sırasında sırtından vurularak şehit edilmişti. Buna benzer başka örnekler de vardı ancak bunlar kamuoyuna yansımadı. Bu süreçte, önceleri Fetulla ile görüşmeleri ve yardımı olan Turgut Özal, oğlu Ahmet Özal’ın ifadesiyle “Bu adamın çok tehlikeli olduğunu, sadece Türkiye’yi değil bütün dünyayı istediğini” ifade etmiş ve Fetulla 1991 yılında Sızıntı dergisindeki yazısında Özal hakkında ağır ifadeler kullanmıştı.  Özal 17 Nisan 1993‘te 12 günlük Türkistan gezisinin ardından Türkiye’ye döndükten sonra, ailesinin iddiasına göre zehirlenerek öldürülmüştü. Bu dönem, 1989’dan sonra uygulamaya konulan Büyük OrtaDoğu Projesi’nin ilk aşamasıydı.

Fetulla ve Cemaati, 1990lı yıllarda okullar, dernekler, dershaneler, meslek birlikleri ve benzeri alanlarda büyük bir örgütlenme faaliyetine girişti. Diğer cemaatlerin kendi çizgilerinde işadamları dernekleri kurması, bu cemaati de harekete geçirdi ve 1996 yılının ikinci yarısında İş Hayatı Dayanışma Derneği İŞHAD oluşturuldu. Türkiye’nin önde gelen pek çok işadamının üye bulunduğu Dernek kısa zamanda yurt çapında faaliyete başladı. Cemaatin, en önemli gelir kaynağı Himmet adı verilen düzenli bağış ve aidatlardı. Her hafta yapılan sohbetlerde, ileri gelen işadamlarından nakit para, mücevherat, olmayanlardan çek ve senet yoluyla yardımlar toplanırdı. Cemaat mensupları maaşlarının en az % 10’u olmak kaydıyla Ağabeylere aidat verirlerdi. Cemaatin en önemli gelir kaynaklarından birisi Kurban derisi toplama faaliyeti idi. 1972 yılında kurulan Akyazılı Vakfı tarafından 1995 yılında toplanan kurban derilerinden yaklaşık 1,5 trilyon lira gelir sağlandığı belirtiliyordu.[7] Himmet paraları, çoğunlukla nakit halde bavullarla yurt dışına taşınıyordu. Dünyanın 170 ülkesine yayılan okullara para transferlerinin rahat yapılabilmesi için bir Banka kurulmasına karar verildi. 26 Ekim 1996‘da Cemaate mensup bir kısım işadamı 2 trilyon lira sermayeli Asya Finans’ı kurdular. Böylece cemaat tarafından kurulan okullar ve kurumlar için özellikle yurt dışında kredi, para transferi ve teminat mektupları sağlanmasında bir zorluk yaşanmayacaktı.[8]

Asya Finans’ın açılışını Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller yaptı. Çiller yaptığı açış konuşmasında; “Ülkemiz için son derece gerekli olan böyle bir kurumun açılmasına vesile olduğu için, ufkundan dolayı değerli hoca efendiyi kutluyorum” diyerek Fetulla Gülen’i tebrik etti.[9]

Burada önemli bir not daha düşerek olayın vahametini ortaya koyalım. O dönemde Devlet içindeki pek çok Milliyetçi VatanSever arkadaşımız gibi bu İhanet Şebekesi hakkında Devlet yönetimini uyarmak ve yanlışlara dikkat çekmek için mücadele veriyorduk. Bu çerçeve içerisinde Nurculuk Hareketi ve Fetulla Örgütünü de geniş olarak incelediğim Dünyada ve Türkiye’de Siyasal İslamcılık isimli kitabımı 1996 yılında baskıya hazır hale getirmiştim. Amacım, devlet yönetimine uyarılarda bulunmak, Başörtüsü Yasağı gibi muhtemel yanlışlara dikkat çekmek, Kurban ve Zekât gelirlerinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nca toplanarak İhtiyaç sahiplerine ve Şehit ailelerine verilmesini sağlayan kanuni düzenlemeler yapılması gibi çeşitli öneriler getirmekti. Ancak, bu önemli çalışmamın baskısı 28 Şubat 1997 öncesi ve sonrasında 2 yıl süreyle engellenmiş ve 1998 yılında kendi imkânlarımla bastırılabilmişti. 2005 yılında ise Cemaat mensubu polislerin -kitaptaki Fetulla bölümlerinin çıkarılması yönündeki- tehditlerine rağmen IQ Yayınevi kitabı yeniden yayınlamıştı. Sonra da kimse yayınlama cesareti gösteremedi ve ben de Elektronik Kitap olarak yayınladım. Ama ne yazık ki, o yıllardaki çabalarımız amacına ulaşamadı, engellendi, kamuoyu bazı uyarıları Komplo Teorisi olarak algıladı ve uyarılarımızın sonuçlarını yaşamak durumunda kaldık.

28 Şubat Dönemi

Pentagon’un Türkiye iç siyasetine yönelik operasyonlarının en önemlisi 28 Şubat Hareketi oldu ve bu operasyonda Fetulla Cemaati birinci derecede rol aldı. Operasyonun temel hedeflerinden birisi ABD ve İsrail’in öncelikli tehdit olarak gördüğü Milli Görüş Hareketi’nin siyasi alandaki başarısıydı. Cemaat bu yıllarda medya, finans, sivil toplum ve üniversite alanlarında görülmemiş bir örgütlenme atağı başlattı. Fetulla Gülen, artık ülke sorunları ve yönetimine ilişkin her konuda kamuoyuna açıklamalar yapıyor, siyasi parti liderlerinden, Patrik Bartholomeos’a kadar pek çok önemli isimle görüşmeler gerçekleştiriyordu. 1995 seçimlerinde Refah Partisi % 21.37 oy alarak 158 milletvekili ile birinci parti olunca, Fethullah Gülen, Necmettin Erbakan’a karşı açıkça tavır aldı ve ağır eleştirilerde bulundu. 28 Şubat 1997 bildirisini takiben ise aynen şunları söyledi: “Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat.

28 Şubat 1997 MGK kararlarına rağmen, 1997 ve 1998 yılları içerisinde başta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmak üzere pek çok devlet adamı Fetulla Gülen yanlısı vakıf ve kuruluşlardan ödül aldılar. Bu dönemde Gülen, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in bile övgüsüne mazhar oldu. 1998‘de Vatikan‘da Papa 2. John Paul ile bir görüşme yaptı ve Batının en önemli gazetelerinde “İslam’ın Ilımlı Yüzü” başlığı ile birçok yazı yayınlandı. Siyasi parti ve devlet idarecilerinin pek çoğu Fetulla Gülen’e büyük bir ilgi ve saygı gösteriyorlardı. İslamcı Akit gazetesi yazarı Mustafa Kaplan, bu alakayı “İflas eden rejimi kurtarma operasyonu” olarak değerlendirirken, bu konuda şunları söylüyordu:

«Ülkeyi kurtarmak yerine, partiyi kurtarmak daha kolay bir yol olduğu için arkasında geniş oy potansiyeli olduğu bilinen dini grup ve liderlere şirin görünme politikası tercih edilmiştir. Geçen devrelerde ANAP’ı desteklediği basına akseden Fetulla Hoca grubunun oylarının DYP’ye kanalize edilebilmesi veyahut en azından büyümekte olduğu gözlerden kaçmayan RP’ye kaymasının önlenmesi ve hatta RP gibi dini motiflere ağırlık veren bir siyasi cereyana karşı yine bir başka dini motifle karşı çıkabilme düşüncesinin taşınmış olması, ister istemez beraberinde siyasi rekabetleri de getirmiş ve o sahaların dili olan basında hadise büyütülmüştür.»[10]

Cemaatin sisteme bakışını, Fetulla Gülen’in de kurucusu olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Müdürü Latif Erdoğan şöyle özetlemişti:

«HocaEfendi, “Bugünkü sistem bir süreçtir. Nasıl daha önceki sistemler kendiliğinden değişip sırasını savmıştır, sırası gelinceye kadar bunu mesele etmenin alemi yok. Tabii seyrinde olacakları, o seyre bırakalım. Sistem içinde ne yapabiliriz, şimdi ona bakalım” der.»[11]

28 Şubat sürecinde ABD İstihbarat Kurumları ve NATO, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik de özel operasyonlara başlamışlardı. Bir yandan İslamcı çevrelere karşı sert tedbirler alınması için Türk Silahlı Kuvvetleri yönetimini kışkırtıyor ve gizli raporlarla yönlendiriyor, diğer yandan da İslamcı gruplarla gizli uzlaşmalar ve görüşmeler yapıyorlardı. NATO tarafından hazırlanan tehdit algılamalarında, Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki dindar subaylara özellikle vurgu yapılıyordu. Bu yüzden, 28 Şubat sonrasında, Cemaat mensubu az sayıda subay ile birlikte, dindar ve ülkücü birçok subay ya sürgüne uğradı ya da Ordu ile ilişkileri kesildi. ABD’nin ikiyüzlü tavrı Türk Silahlı Kuvvetleri içinde de büyük rahatsızlıklara yol açmaya başladı. Türkiye’nin çıkarlarına aykırı ABD talepleri, bazı generaller tarafından NATO’nun da sorgulanmasına neden oluyordu.

Bu süreci takiben, Pentagon kontrolündeki Cemaatin Türk siyasi hayatını şekillendiren en önemli çalışması Abant Toplantıları olmuştu. 1998 yılından itibaren Türkiye’nin önde gelen bilim ve fikir adamlarını bir araya getiren çalışma, ABD’nin bölgesel stratejilerine uygun olarak yeni bir Ilımlı İslam Hareketi kurulmasının fikri temellerini oluşturacaktı. Fetulla Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Abant’ta düzenlediği ve Dr Gaffar Yakın’ın koordinatörlüğünü yaptığı toplantılara katılan bazı isimler şunlardı:

“Prof. Dr. Salih Akdemir, Rıza Akçalı (Eski Bakan), Prof. Dr. Mehmet Aydın (AKP Devlet Bakanı), Ali Bulaç, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Fehmi Koru, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Namık Kemal Zeybek (Eski Kültür Bakanı ve Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı).”[15]

28 Şubat sürecini takiben Gülen örgütüne yönelik olarak Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından detaylı bir rapor hazırlandı. Raporun yazılmasından haberdar olan Gülen, tutuklanacağı korkusuyla 21 Mart 1999‘da tedavi olacağı gerekçesiyle ABD‘ye gitti. Haziran ayından sonra Cemaatin amaç ve faaliyetlerini gözler önüne seren bir dizi videokasetler ortaya çıktı. ATV’de yayınlanan bir kasetle; Radikal gazetesi yazarı İsmet Berkan’ın ifadesiyle “düğmeye basıldı”. Ardından Star ve NTV televizyonlarına da ulaşan başka kasetlerle gündem birden bire değişti ve aynı medya gruplarına ait gazetelerde Fetulla Gülen için “İdam” isteyen manşetler görülmeye başlandı.

Fetulla Gülen’in adeta idam fermanını imzalatan videokasetteki seçilmiş ifadeleri şu şekildeydi:

Arkadaşlarımızın mevcudiyeti bizim İslami geleceğimiz adına işin garantisidir. Bu açıdan adliyede, mülkiyede veya bir başka hayati bir müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti böyle ferdi mevcudiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Bunlar, gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. Bunlar bir ölçüde bizim varlığımızın teminatıdır. Şimdiden mevcut olanlar burada mevcudiyetini korumasa da, arkadan gelenlerin mevcudiyetini mutlaka korumalıyız. Yoksa korumada şimdi onları korumaya çalıştığımız gibi zorlanırız ve geleceğe de o müessese olarak yürüyemeyiz. Mevcut muhafaza edilmeli… Acaba daha bunun neye ihtiyacı var, nasıl takviye edilmeli, bu denmeli. Daha bir takviye edilmeli fakat mevcuttan bir ölçüde taviz verilmemeli derken, katiyen zayiata gidilmemeli. Bu açıdan bizim ister bu dairede ister diğer dairede arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir.

Şimdi bir taraftan onu yaparken, diğer taraftan o kurallara, kaidelere, yine hukuki prensiplere, ne kadar esnekliğe müsaade ediyorsa, işte onun için de biraz kural kanun adamı olmalarıyla istikbale yürüyebilirler. Yoksa siz burada adliyede karar verirseniz, orada mülkiyede bir kısım icraatta bulunursunuz. Fakat yukarı hep bunu bozarsa… Yargıtay, Danıştay sizin karşınıza çıkarsa, yüksek mahkeme bizim verdiğimiz kararların hilafına kararlar verirse… Öbür tarafta tetkik amirleriniz hep böyle aleyhinizde kararlar isnat ederlerse, siz istikbale yürüyemezsiniz yani. Takılır yollarda, kalırsınız. Ve sizin ileride daha önemli, daha hayati yerlere gelmenizin arkasında da bu vardır. Sezilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitme, işte bu iki müessesede olduğu gibi hayati, dinamik bir kısım müesseselerde de söz konusudur. Ta ilerilere gitme, böyle can damarları içinde dolaşma. Ve sonra eğer dönülüp gelinilecekse, yara alınmadan hissedilmeden dönüp, geri gelmeli.

Dönüp geriye gelme meselesi, geleceğimiz adına çok önemli. Bu işin bir yanı. Diğer taraftan ben diyorum ki, bunlar gelip geçici şeyler, beşeri olan şeyler ancak tıpkı beşer gibi fanidir. Bu arkadaşlarımız o sahada kabiliyetlerini geliştirmeli. Bizim cepheyi öğrenmeleri lazım arkadaşların. Yani bizim hukuk sistemimizi didik didik etmeliler. Biz bir taraftan çalışıp onların istifade edebilecekleri şekle getirmeliyiz onları. Bu açıdan da ben, bu arkadaşların hâlihazırdaki durumlarını çok iyi değerlendirmelerini arzu ederim. Makul olmak lazım zaten. Yapılan şeyler makul olursa istikbal vaad eder.

Hala bu sistem devam ediyor ve bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse bu sistemin püf noktalarını keşfetmeleri lazım, aşmaları lazım… Arkadaşlarımızın gittikleri yerlerde daha rahat iş yapmaları, tutunmaları, büyümeleri, kaymakam ise vali olmaları, sıradan bir hâkim iseler takdir toplayan bir hâkim olmaları gerekir. Siyasi güçlerle belli ölçüde, bize yüzde yüz ters olan insanlarla açık bir diyalog olmasa bile onlarla da çatışmamalı. Bu siyasi yelpaze, Refah’tan DYP’ye kadar uzanan bir şeydir. Bu insanlarla çatışmadan, onlarla aramızdaki farklı müşterekleri ortaya koyarak, o çizgide belli bir münasebet tesisinde yarar var bence. Mesela diyelim ki, bir kaymakam bir yere gittiğinde bir yerde kumar oynanıyor. Yani eğer orası kumar oynamak için açılmamış ise, öyle bir mekân ne kadar şart istiyorsa, o şartları en azından gerçekleştirdikten sonra oraya ruhsat vermek bir esassa, o mevzuda kılı kırk yararcasına hassasiyet göstermeli, öyle mekânın açılmasına fırsat ve imkân vermemeliler. Ama nasılsa açılmış, kendilerinden önce birileri açmış orayı, hemen gider gitmez “ün görmüşüm, güngörmüşüm ben bunun canını okurum” dememeliler. Nabız tutmalılar. Oradaki siyasiler ne diyor. Çok temkinli yürümelidir ki o mevzuda bir falso yaşamasın. O kapar, arkadan iktidardaki bir partinin teşkilat başkanı gelir karşısına dikilir, valiyi de ikna eder, “Alın bu yaramaz kaymakamı buradan” derler. Bu defa siz orada çok hayırlı güzel işler yapacaksanız, sizi alır atarlar oradan oraya da şer bir adam getirirler. Oysaki onlara sorularak ve onları arkanıza alarak, yapabilirdik onu ve yürürdük orada.

Bu adliye için de aynen söz konusudur. Yani siz hâkim değilseniz, başka kuvvetler var bu ülkede. Değişik kuvvetleri hesap ederek öyle dengeli dikkatli tedbirli temkinli yürümekte yarar var ki geriye adım atmayalım. Zıplayacaksın yerinde yürüyor gibi yapacaksın. Çünkü durmak sende durgunluk, paslanma meydana getirir. Bu açıdan hiç durmamalı, işler en kötü duruma göre hesap edilmeli. İyi çıkarsa hızlı yürürüz. İyi bir maratoncu gibi koşarız. Bakarız ki tıkanmalar var bu defa da zıplarız, yerimizde zıplarız öyle durma yok bizde. Şimdi her işe tamim edebiliriz bu meseleyi. Yani hiç durmama ve devamlı yürüme… Geriye adım atmama mehter gibi. Falso fiyasko yaşamama, mutlaka bu mülkiyede de adliyede de her zaman söz konusudur. Eğer bir kısım şeylere nabız tuttuk, baktık ki geriye adım attıracaklar, ben o adımı hiç atmam, beklerim fırsat kollarım.

Her şey bir oyundur. Kung Fu gibi bir oyun, tekvando gibi bir oyun judo gibi bir oyun. Her zaman insanın hasmını yenmesi öyle yumruk vurup yere yatırması şeklinde değildir. Bazen hasımdan kaçmak bile çok önemli bir manevradır. Çok iyi planlayacak, ona göre yürüyeceksiniz. Kuvvet dengesi olmadığı bir yerde kuvvete başvurmayacaksınız. Teknik, taktik yerinde Sizin kalbiniz önemlidir… Dıştan bazıları sizi korkaklıkla itham edecekler. Allah sizin iç âleminize bakacak. Var olduğunuz, bu cepheye girdiğiniz, bu yola girdiğiniz günden itibaren hiç döneklik yapmış mısınız, İslam’a vefasızlık yapmış mısınız. Allah’ın ve Resulünün karşısına çıkmış mısınız ona bakacaksınız. Yok, fırsat bulup hep yolunuza devam ediyorsanız, geriye çekiliyor gibi yapacak fakat adımlarınızı daha açıp ileriye gideceksiniz.

Şahsen ben yine kuvvet dengesi olmadığı için, kendi düşüncemi yayma, her tarafı fethetme, ele geçirme yolunu tercih ederim. Tenkit edilebilir yanları olabilir bu meselenin fakat bu mesele bu mülkiyede ve adliyede çalışan arkadaşlarımız için çok önemlidir bence. Hususi öyle devlet memuru olan arkadaşlarımız öyle kahramanlık yapamazlar, fuzuli kahramanlık olur. O sahada daha verimli nasıl olacaklarsa, dinimiz adına, İslami düşüncemiz adına… Bence bu toplum çapındaki restorasyonu gerçekleştirmelidirler. Ve bunun adına bir kısım radikal gibi görünen kimseler, bizim cephemize münafık diyeceklerdir, dönek diyeceklerdir.

Biz bu imana ve kurana hizmet düşüncesini evlerimizde gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Sizin de aşina olduğunuz ışık evlerinde, ışık komplekslerinde gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Buralarda gerçekleştirilmeye çalışılan bu hizmetin kendine göre, bir sistemi var bir üslubu var. Diyoruz ki Müslümanlar, maddi güçleri, kendi ülkelerindeki güç kaynakları, toplumun büyük kesimlerine bu duygu ve düşünce ile ulaşmaları açısından, kıvama gelecekleri ana kadar hizmete devam etmeleri şarttır. Yanlış bir şey yapar erken huruç diyebileceğim çıkışlar yaparlarsa, dünya başlarını ezer. Ve Müslümanlara Cezayir’deki hadise gibi yeni bir hadise yaşatırlar. Suriye’deki ‘82 vakası gibi bir fecaat yaşatırlar. Her sene Mısır’da yaşananlar gibi.

Dünya İslami gelişmeden çok korkuyor. Çok dikkatli, çok tedbirli ve temkinli hareket etme mecburiyeti var. Bu hizmetin içinde bulunanlar, bu hizmete göre hizmet vermek isteyenler her birisi dünyayı idare edebilecek birer diplomat gibi hareket etmeli. Bir yanlışlık bize falso yaşatır. Ve bu falsoyla yediğimiz mağlubiyeti sonra telafi edemeyiz. Bu defada onlar sizi kıskıvrak derdest ederler bir daha da belinizi doğrultmanıza fırsat vermezler. Dünya firavunlar çağını yaşıyor. Toprak firavun bitirmek için pek mümbit. Böyle bir dönemde tam özünüzü bulacağınız kıvama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp taşıyabileceğiniz güce ulaşacağınızı ana kadar, o kuvvete temsil edeceğiniz şeyler elinizde olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır. Her adım 20 gününü doldurmadan yumurtayı kırmak gibi bir şeydir.

İsterseniz Frenkçe ifadesiyle bu evlere şarj evleri denebilir. Bu evlerde dolunur,  bu evlerde metafizik gerilime geçilir. Bu evlerde planlar projeler üretilir. Ve bu evlerde yetişen yüreği pek, imanı pek veya onun sözüyle diyelim, hakiki imanı elde etmiş, kâinata meydan okuyan adamlar bu evlerde yetiştirilir. Ve bunlar dünyanın fethine açılırlar. Bu evler bir doldurma ve boşatma yerleridir. İnsanlar burada dolar ve sonra gider boşluklara boşalırlar. Adeta tezgâh gibi işler bu evler.

Geçmişte bu evlerin yaptığı vazifelerin bazılarını medrese yapar, bazıların mektep yapar, bazılarını tekke yapar, bazılarını zaviye yapar. Gel gör ki bu evlerin temeline harç atıldığı zaman, dünyanın o dönem itibarıyla en şereflilerinden birisinin kutlu eliyle harç atıldığı zaman artık medrese yoktu. Tekkenin kapısına kilit vurulmuştu. Zaviyenin kapısının arkasına sürgü sürülmüştü. O kapıları açmak, o kapılardan içeriye girmek mümkün değildi. Bütün bu çok ağır misyonları, bu ağır vazife ve mükellefiyetleri bu evler götürecekti. Bütün bu işler ona düşüyordu. Ev mektep olacaktı, ev medrese olacaktı ve Ulum-i İslamiyeyi öğretecekti. Ev tekke olacaktı, zaviye olacaktı.

Bu evler sizin bildiğiniz gibi minaresi olan öyle ezan okunduğu zaman herkesin içine gittiği malum evler değildir. Meçhul evlerdir, belirsiz evlerdir. Bunlar belirli olamazlar. Çünkü o evlere girip çıkanlar yakın takiptedir. Elden geldiğince o evler kamufle edilmelidir.[12]

Söz konusu videokasetler sonrasında Ankara 2 Nolu DGM tarafından Ağustos 2000 tarihinde “Anayasal düzeni yıkmak amacıyla çete kurmak ve yönetmek” iddiasıyla Fetulla Gülen hakkında gıyabi tutuklama kararı verildi. Ancak bu karar, İstanbul 2 Nolu DGM tarafından kaldırıldı. Ankara DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel, Gülen hakkında 13 Klasörlük 79 sayfalık bir iddianame ile yeni bir dava açtı. İddianamenin “Değerlendirme ve Hukuki Durum” bölümünde; “Fetulla Gülen’in tutuklama kararını içine sindiremediğini söyleyen ve her fırsatta okullarını öven Başbakan Bülent Ecevit’e ve siyasilere sert eleştiri getirdi. Yüksel, Milli Eğitim ve Emniyet Teşkilatı ile bütün devlet kadrolarına sızan Gülen’in gücünü, ‘Oluşturmuş olduğu büyük sermaye imparatorluğu’ ile ‘Son yıllarda dozajını gittikçe artıran ve zaman zaman teşekküle yardım boyutlarına ulaşan siyasi destekten’ aldığını savundu.[14]

Her yıl düzenli olarak tekrarlanan Abant Toplantıları, esasen AKP’nin oluşumunda önemli bir rol oynadı. Toplantılara katılan birçok önemli isim daha sonra Adalet ve Kalkınma Partisi’nin fikir tabanını oluşturdu. Nitekim daha önceleri partiler üstü bir tavır belirleyen Gülen Cemaati, AKP’nin kurulmasıyla birlikte yayın organlarıyla birlikte açıkça partiye destek vermeye başladı. Bu noktada, yıllardır süren yanlış bir algıya dikkat çekmek gerekir ki; “AKP, Cemaati bir noktaya getirmemiş, aksine Cemaat AKP’nin kuruluşunu gerçekleştirmiş ve Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk toplumundaki karizması kullanılarak iktidar yolu açılmıştır.” Pentagon 2000 sonrasında buna benzer oluşumları sadece Türkiye’de değil Fas’tan başlayarak bütün Büyük OrtaDoğu’da kurmaya başlamıştı.

Pentagon, bu süreçte kendilerine engel teşkil edebilecek toplum önderlerine karşı aynen 1990 sonrasında olduğu gibi yeni bir Temizlik Operasyonu gerçekleştirdi. 2001 – 2003 arasında Gaffar Okkan, Necip Hablemitoğlu, Recep Yazıcıoğlu ve Turgut Özal gibi bazı önemli isimler doğrudan suikastla veya şüpheli biçimde hayatlarını kaybettiler.

Mart 2003’te, ABD’nin Irak’ı işgal planına Türkiye’nin dâhil olmaması yeni bir dönüm noktası oluşturdu. ABD Yönetiminin, ABD askeri varlığının bütün GüneyDoğu’ya yayılarak Irak’a kuzeyden cephe açılması teklifi Meclis kararı ile reddedildi. Esasen ABD’nin talebi Türk toprakları üzerinde tam bir işgal planı gibiydi. Pentagon, kendilerince kurulup desteklenen Türk Hükümeti’nin bu kararı karşısında adeta şoke oldular. Cemaat ve Hükümet suçu askerlerin üzerine attı ve Pentagon TSK‘ya karşı büyük bir hiddet ve intikam duygusuyla hareket etmeye başladı. Temmuz 2003’te Irak Süleymaniye’de Türk Özel Kuvvetlerinden bir grup asker başlarına çuval geçirilerek gözaltına alındı. Pentagon, 2004 yılından itibaren planlı bir şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki anti Amerikancı subaylara karşı operasyonlara başladı. Türkiye’deki milli şahsiyetler, kuvvetler ve kurumlar doğrudan hedef alındı. Cemaatin kontrolüne giren Adliye vasıtasıyla, İstanbul’da Balyoz ve Ergenekon İzmir’de Askeri Casusluk gibi birçok uydurma tutuklamalarla yüzlerce Türk subayı tutuklandı, cezaevlerine atıldı ve Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişkileri kesildi. Bu amaçla İstanbul’da, ABD’den gönderilen onlarca uzman istihbaratçı ile birlikte Cemaat elemanlarının ortaklaşa çalışacağı bir Operasyon Merkezi kuruldu. Bu operasyon karargâhlarının merkezi Ankara’da, en büyük ikinci şubesi ise İstanbul’da idi. Türkiye’deki ABD karşıtları ve vatanseverlere yönelik Pentagon yönetimli bu Cadı Avı 2007 yılına kadar büyük bir hızla devam etti.

Bu arada tedavi gerekçesiyle ABD’de bulunan Fetulla, burada sürekli kalmak için 2008 yılında bir vize başvurusunda bulundu. Türkiye ve ABD’den çok sayıda kefaletle bir başvuru yapıldı ve 16 Temmuz 2008‘de kabul edildi. Fetulla’nın verdiği kefalet mektubunda arasında daha önce Türkiye’de görev yapmış olan eski CIA Yöneticisi Graham Fuller, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ve CIA Eski Direktörü George Fidas da bulunuyordu. 21 Mart 1999’da bir daha dönmemek üzere ABD’ye giden Fetulla, burada Pensilvanya’daki özel çiftliğinde daha bir aşkla hizmetini sürdürdü.

2009 yılına gelindiğinde Fetulla Cemaati, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Polis Teşkilatı ile Yargı sistemini tümüyle ele geçirmişti. Tamamen CIA ve Pentagon’un direktifleri ile hareket eden Cemaat, artık Türk Devletini istediği gibi yönlendirecekti. Bu arada, ABD ve Cemaat, emirlerine ve politikalarına karşı çıkan Tayyip Erdoğan’ı birinci düşman ilan ettiler. Yeni bir siyasi liderlik oluşturmak için Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’na teklif götürdüler ancak çok sert ve ağır bir cevap aldılar. Yazıcıoğlu’nun bu durumu büyük bir basın toplantısında açıklayacağını ifade etmesi üzerine 25 Mart 2009‘da bir Helikopter Kazası ile suikast düzenleyip öldürdüler. ABD bu süreçte Türkiye’yi yeniden şekillendirmek için Abant Toplantıları Projesi’ni sürdürüyordu. Yazıcıoğlu suikastından önce Şubat ayında Erbil’de düzenlenen toplantıda temel konu Kürdistan‘dı ve Fetulla Gülen ilk kez toplantıyı sahiplenerek bir mesaj göndermişti. Haziran ayında gerçekleştirilen ve açılışını Bülent Arınç‘ın yaptığı Abant Platformu’nda ise Cemaat yanlısı onlarca isimle birlikte Yeni Anayasa konusu gündeme getirildi. İlk kez bu toplantıda, Başbakan Tayyip Erdoğan‘ın talimatıyla Cemaat açıkça uyarıldı. Erdoğan, bu tarihten itibaren hem ABD’nin hem de Cemaat’in gerçek hedeflerini anlamış ve Tehdit Önleme çalışmalarına başlamıştı.

Pentagon, 2009 yılından sonra Büyük Ortadoğu planı çerçevesinde İslam dünyasını yeniden şekillendirmek, ülke sınırlarını yeniden çizerek yeni küçük devletler ve Kürdistan’ı inşa etmek için Arap Baharı projesini başlattı. Kaddafi ve Hüsnü Mübarek devrildi, Libya, Tunus, Mısır, Suriye ve Irak iç savaşa sürüklendi. CIA, MI6 ve MOSSAD işbirliğinde Irak Şam İslam Devleti DAİŞ Terör Örgütü kuruldu ve Ortadoğu’nun merkezinde taktik savaşlar yaşanmaya başlandı. Bu süreçte, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bütün kritik mevkilerine Cemaat mensubu Albaylar ve Generaller atanmıştı. Artık ABD için bütün şartlar hazırdı. PKK Terör Örgütü’nün Irak ve Suriye uzantıları ile Pentagon arasında ittifak kuruldu. Yine kendi kontrollerindeki DAİŞ ile savaş görüntüsü altında Kürt varlığı ve hâkimiyeti, Irak ve Suriye’nin kuzeyine yaygınlaştırılmaya başlandı. Daiş’in stratejik olarak geri çekildiği bölgelere PKK Terör Örgütü yerleştiriliyor ve Kuzey Irak’tan Akdeniz’e uzanan bir Kürt Koridoru oluşturuluyordu.

ABD İstihbarat Kurumları ve Cemaat, 2011 seçimleri öncesinde Muhalefet Partilerini yöneten Milli liderleri de tasfiye etmeyi planladı. Cemaat Mayıs 2010’da Deniz Baykal, Mayıs 2011’de MHP yöneticilerine ait gizli çekilmiş kasetleri deşifre etti. Bu tarihten sonra, CHP için “Baykal olduğu sürece CHP adam olmaz“, MHP için “Bahçeli olduğu sürece MHP adam olmaz” algılarıyla Tayyip Erdoğan sonrası Türkiye yönetimi için hazırlık yapıldı. Haziran 2011 seçimlerinde % 50 civarında oyla AKP yeniden beklenmedik bir başarı kazandı. Bu başarının ardından Tayyip Erdoğan, ABD yönetimini ve politikalarını açıkça eleştirmeye başladı.

Türkiye’nin, bölgedeki Kürt Koridoru planına şiddetle karşı çıkması ve önlemler alması ABD’yi daha da hırçınlaştırdı. Erdoğan Hükümeti’ni devirmek için bir dizi polis ve yargı operasyonlarına başvuruldu. İlk olarak, Tayyip Erdoğan çevresindeki güvenlik çemberini kırmak için MİT Müsteşarı Hakan Fidan 7 Şubat 2012’de ifadeye çağrıldı. Aynı saatlerde bir Ameliyata girmesi gereken Tayyip Erdoğan’ın da burada öldürülmesi planlandı. Ancak, Erdoğan’ın ameliyat öncesi bir yaşlı evini ziyaret kararı alması planları bozdu. Erdoğan Fidan’ı ifadeye göndermedi ve kendisi de ameliyat olmaktan vazgeçti.

Cemaatin Polis ve Yargı birimleri, Erdoğan’ı devirmek için 17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde iki operasyon daha düzenlediler. Adeta bir Sivil Darbe niteliğindeki tutuklama operasyonları başarısızlıkla sonuçlandı. Bu tarihten sonra 10 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan’ın kararlılığı ile Cemaatin devlet kurumlarından temizlenmesi için çalışmalara başlandı. 30 Ekim 2014 tarihindeki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Fetulla Cemaati, Terör Örgütleri listesine alındı ve 24 Kasım 2014’te Bakanlar Kurulu tarafından onaylanarak Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne girdi.

Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki Cemaat unsurlarının 2016 YAŞ Kararları ile tasfiye edilmesi planlanırken 15 Temmuz 2016 gecesi hiç beklenmedik bir Kanlı Darbe Kalkışması yapıldı. Cumhurbaşkanı’nı öldürmeye azmetmekten, Meclis’in bombalanmasına kadar çok ayrıntılı olarak planlanan Kalkışma, Erdoğan’ın suikasttan kurtulması, halkı meydanlara çağırması ve Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki kalan birimlerin ve özellikle Özel Kuvvetlerin desteğiyle başarısızlığa uğratıldı. Vatan hainlerinin uçak, tank ve helikopter desteğindeki saldırılarında 240 kişi şehit oldu.

Başarısızlığa uğratılan Kalkışma ile birlikte sadece Cemaat değil, ABD’nin CIA ve Pentagon İstihbarat Birimleri de tarihlerindeki en büyük hezimete uğradılar. Birkaç gün içinde toparlanan Türk Devleti, binlerce örgüt mensubunu devlet kurumlarından uzaklaştırdı ve binlercesini de tutukladı. Darbenin başarılı olacağı umuduyla bekleyen ABD ve Batı ülkeleri büyük bir şaşkınlığa uğradılar. Darbe başarıya ulaşsaydı, Şubat 1979’da fiilen başlayan Hizmet Projesi, Fetulla’nın ABD vizesinin yıldönümünde 16 Temmuz 2016’da tamamlanacak, Fetulla da aynen Humeyni gibi Ankara’da -İpek holdingin finansmanıyla- 2013’te yapımına başlanan Beyaz Saraya yerleşecekti.

15 Temmuz ile birlikte Türk Devleti, PKK Terör Örgütü’nden sonra Fetulla Terör Örgütü ile de hesaplaşmış ve büyük bir zafer kazanmıştı. Türk Devleti yine Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet Birimleri içerisindeki az sayıda Atatürk Milliyetçilerinin yardımıyla büyük bir beladan kurtulmuştu. 

Bu yeniden inşa sürecinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti arkasında Pentagon’un olduğu dünyanın en büyük İslamcı örgütlerinden birinden kurtulmuştu ancak bir süre sonra Almanya destekli Müslüman Kardeşler çizgisindeki Milli Görüş Hareketi onun yerini alacak ve yeni bir dönem başlayacaktı. Almanya, Müslüman Kardeşler ve Milli Görüş Hareketi ile ilgili olarak ilgili kitap ve kaynaklarımızı okuyabilirsiniz. Devam edecek…

[1] Rabin’in Oğlu Fetullah, Tamer Korkmaz, 12 Ağustos 2016, Yeni Şafak Gazetesi;

[2] Said-i Nursi’den Fethullah Hoca’ya, M. Akif Beki, Yeni Yüzyıl, 16/01/1995.

[3] Şeriat Devleti Stratejisi, BÇG Rapor Özeti, ArtıHaber, 21/03/1998, s. 60.

[4] Said-i Nursi’den Fethullah Hoca’ya, M. Akif Beki, Yeni Yüzyıl, 16/01/1995

[5] Orta Asyadaki Türk Misyonerleri, Ali Bayramoğlu, Yeni Yüzyıl, 31/10/1996.

[6] Fethullah Gülen’in Serüveni, Oral Çalışlar, Cumhuriyet, 21/08/1995

[7] Nurcularla Nakşiler Karşı Karşıya, Aktüel Para, 03/11/1996.

[8] Fethullah Hoca İmparatorluğu, Aktüel Para, 22/09/1996.

[9] Asya Finans Açıldı, Zaman, 25/10/1996.

[10] İflas Eden Rejimi, Mustafa Kaplan, Cumhuriyet, 26/08/1995.

[11] Fethullah’ın Fetihkolları, Aktüel, Sayı : 208/1995.

[12] Fethullah Gülen, Sabah Gazetesi, 19.06.1999

[13] Bektaşi Taktiği, Nuh Gönültaş, Zaman, 21.06.1999

[14] DGM-Ankara-ABD  Hattı, Tempo, 27/12/2000, s. 84.

[15] Çağdaş İslam Tartışması, Milliyet, 21/07/1998, s. 15.

Paylaş / Share