Türklerin Hilafeti

Hilafet 750 yılında Emeviler’i yıkan Abbasiler’in eline geçti ve uzun süre bunların elinde kaldı. Bu arada, Şia mezhebine mensup Ebeydullah el-Mehdi ortaya çıkarak, 909 yılında Mısır’da Fatımiler devletini kurdu. Kendisinin Şia’nın 12 imamından birisi olan Cafer-i Sadık’ın soyundan geldiğini ve Onun oğlu İsmail’i önder tanıdığını belirterek halifeliğini ilan etti. Bu arada 929 yılında da Endülüs Emevi Devleti hükümdarı III. Abdurrahman da halifeliğini ilan etti. Böylece, İslam dünyasında aynı anda 3 hilafet merkezi birden oluşmuş bulunuyordu.

1171’de Selahaddin Eyyubi Fatımi hilafet devletini yıkarak Bağdat’taki Abbasi hükümdarını halife olarak tanıdığını açıkladı. 1258 yılında ise İlhanlı hükümdarı Hulagu, Bağdat’ı ele geçirerek Abbasiler devletini yıkıp Halife Mutasım’ı idam etti. Bu durum, ilk günden bu yana kesintisiz olarak devam eden hilafetin sonuydu. Fakat, 1261 yılında, Mısır’daki Türk Kölemen -Memluk- Sultanı Baybars, Abbasilerden kendisine sığınan Ahmed’i halife ilan etti. el-Mustansır Billah Ebu’l Kasım ünvanını alan Ahmed ile birlikte hilafet yeniden başladı. Türk sultanlarının Abbasi soyundan birisini halife olarak tanımalarının en büyük sebebi, Hz Muhammed’e ait olduğu şüpheli bulunan “Hilafet Kureyş’in hakkıdır.” hadisiydi.

Bu gelenek, Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’in 1517 Mısır seferinden sonra bozuldu. Abbasi soyundan gelen Halife el-Mütevekkil Alallah, hilafeti Osmanlı hükümdarına devretti. Sultan Selim, halife ünvanı yerine “Hadimu’l Haremeyn” (İki kutsal şehrin hizmetkarı) ünvanını kullandı. Osmanlı sultanlarından Fatih Sultan Mehmet de halife ünvanını kullanmadı. Diğer Osmanlı padişahları ise kendilerine aynı zamanda halife denmesine karşı çıkmadılar. Bu ünvan, 1774 Kaynarca Antlaşması ile beraber resmi bir özellik kazandı ve resmi kayıtlarda, anlaşmalarda kullanıldı.

II. Abdulhamid döneminde, 1876 Meşrutiyet Anayasası’na “Padişah halife olması nedeniyle İslam dininin koruyucusudur.” cümlesi eklendi.[1] Ayrıca, hilafetin Türklerin eline geçmesiyle; “Hilafetin Kureyş’ten olmasının şart olmadığı ve bu şartın geçmişte kabile mücadelesini önlemek amacıyla söylendiği” yönünde fetvalar verildi.

Arap dünyası, Türk egemenliğini hiçbir zaman içine sindiremedi. Osmanlı’ya karşı ilk isyan, Vehhabiliğin kurucusu Muhammed b. Abdulvehhab (1703-1792) tarafından başlatıldı. Abdulvehhab, yörenin siyasi lideri olan Muhammed bin Suud ile anlaşıp, Riyad bölgesinde Osmanlı’ya isyan etti. II. Mahmud devrinde başlayan bu Vehhabi hareketi, bunların ölümünden sonra durmadı. Bugünkü Suud krallığının temelleri bu fikir üzerinde kuruldu.[2]

Fransız ihtilali ile başlayan milliyetçilik rüzgarı, Arap dünyasını da önemli ölçüde etkilemişti. Özellikle Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan birçok Arap milliyetçisi yazar, I. Dünya Savaşı öncesinde Arapları Türklere karşı hazırladılar ve Türk düşmanlığını yaydılar.

Bu Arap yazarların başında Abdurrahman el-Kevakibi (1848-1902) geliyordu. Kevakibi, Ümmü’l Kurra isimli eserinde biraz da haklı olarak Osmanlı devletini ve Türkleri eleştiriyordu. Osmanlı hakimiyeti döneminde yayılan din taassubundan, tasavvuftan ve tarikatlardan şikayet ediyordu. Türklerin farzlardan ziyade sünnetlere, haramlardan çok mekruhlara dikkat ettiğini söyleyerek : “Türkler anlamıyor. Kuran-ı Kerim’in bugüne kadar Türkçe’ye çevrilmemesinin Türk siyasetinin işine gelmediğini öğrenince, buna Avrupalılar hayret ederler.” diyordu. Osmanlı sultanlarından söz ederken; “Kafir de olsa adil hükümdarın, zalim olan Müslüman hükümdara tercih edileceğine dair, vaktiyle Bağdat alimlerinin görüş bildirdiğini” kaydediyordu.[3]

Arap dünyasının bu yıllardaki en ünlü milliyetçi yazarlarından birisi de Reşid Rıza (Ö.1935) idi. 1923 yılında Kahire’de yayınladığı “Hilafet ve Büyük İmamet” isimli eserinde “Halifeliğin Türklerin eline geçmesiyle, İslam’ın ve Arapların gerilemeye başladıklarını, Türkler kadar İslam’a zarar veren bir başka ulus olmadığını” belirtiyordu. Ona göre halifelik daha Emeviler’den Abbasiler’e geçtiği zaman gerilemeye başlamıştı. Türklerin eline geçtikten sonra da uçuruma sürükleniş hızlanmıştı. Türklerin istibdat rejimini yerleştirmesi, İslam halklarına karşı adaletsiz bir yönetim sürdürmesi ve aslında Kureyş kabilesine ait olan hilafet makamını zaptetmiş olması, İslam’a karşı giriştikleri en büyük kötülüktü.[4]

Bu dönem Arap milliyetçilerine göre; “Arap olmayan hiç bir kimse Arapça bilmediği sürece İslam’a hizmet etmeye muktedir olamazdı. Ümmet içinde dil birliği olmadıkça derin bir birlik gerçekleştirilemezdi. Arap dili bütün Müslümanların diliydi. Araplar, sadece İslam’ın dilinin değil aynı zamanda Kutsal yerlerinin de muhafızlarıydı. İslam için çok şey yaptılar ve daha fazlasını da yapmaya muktedirdiler.[5]

Bir başka Arap milliyetçisi Iraklı yazar Abdurrahman el-Bazzaz’ın daha sert görüşleri vardı. Ona göre de : “Gerçekte İslam’ın içeriği Arap milliyetçiliğininki ile aynıydı. Bu da diğer Müslüman milletler için değil, sadece Araplar için geçerliydi. İslam ulusal bir dindi ve gerçek İslam, Arap İslamı idi. Daha sonra diğer uluslar tarafından, onların özelliklerinden dolayı tahrip edilmişti. İslam gerçekte, Arapların tabiatında zaten var olanın gelişmiş bir şekliydi. Onun ahlaki idealleri Arapların tabii ahlakı ile aynıydı. Onun siyasi ideali olan Şura, bedevilerin tabii demokrasisi ile özdeşti. İslam’ın yayılışı, Arapların tarihe en büyük katkılarını yaptıkları bir ara durumdu.[6]

I. Dünya Savaşı’na gelindiğinde Araplar, Türklerin önderliği ve hilafetini tanımıyordu. Bu yüzden Osmanlı Sultanı’nın Batılı işgalcilere karşı yaptığı Cihad çağrısı beklenen karşılığı görmedi. Aksine Batıyla işbirliği yapan bazı Arap yöneticiler birer birer Osmanlı’dan koptular. Bir yandan Mekke Şerifi Arap milliyetçisi gizli örgütlerle işbirliği yapıp İngiliz desteğinde isyan başlatırken, diğer yandan Arap bir Halife önderliğinde Arap milletinin birleştirileceği hayaliyle çalışanlar vardı.[7]

Bununla birlikte, Ortadoğu Araplarının Türk düşmanlığına karşı Kuzey Afrika’da Türklere kurtarıcı gözüyle bakılmıştı. Bir çok cephede Türk komutanları -ve bu arada Mustafa Kemal– ile omuz omuza Batı işgaline karşı savaşan Kuzey Afrikalılar kendilerine uzun süre Türkleri örnek almışlardı. Tunuslu Siyasal İslamcı Lider Raşid Gannuşi’nin de itiraf ettiği gibi; “Türkler bölgeye kurtarıcı olarak gelmişlerdir. Kuzey Afrika düşüncesindeki Türk imajı, kurtarıcı insandır.[8]

Nitekim, bir Alman Denizaltısı ile Libya’ya giden Mustafa Kemal, Süleyman Askeri gibi istihbaratçılar burada Senusi Şeyhi Ahmed ile dost oldular ve İtalyanlara karşı başarılı bir mücadele verdiler. Ahmed Senusi, Mustafa Kemal ile Beyrut’ta da görüşmüş ve Ankara’da Millet Meclisi’ne de konuk olup, Atatürk tarafından ağırlanmıştı.

Bu siyasi gelişmeler ve fikirler, Arap dünyasının Osmanlı  Türk imparatorluğundan kopuşunda;  ve İslamcılığın yükselişinde önemli bir rol oynadı. İslam ile dinsel açıdan ilgisi olmayan ve siyasal olarak da çökmüş bulunan Halifelik, 3 Mart 1924 tarihinde Atatürk önderliğindeki Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırıldı. Bu yıllardan sonra Hilafet, Siyasal İslamcılar için büyük bir ideal oldu. Türkiyeli Siyasal İslamcılar, hilafet düşüncesini İslam dünyasındaki İslamcı örgütler üzerinde bir hakimiyet unsuru olarak kullanıp, Türkiye’yi yeniden İslam dünyasının önderi yapma hayaline düştüler.

KAYNAK: Dr Abdullah Manaz, Siyasal İslamcılık I, Dünyada Siyasal İslamcılık, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 1. Baskı, Ocak – 2008, İstanbul, sh.48.


[1] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, II. Cilt, s. 270.

[2] İtikadi İslam Mezhepleri, Doç.Dr. E.Ruhi Fığlalı, s. 64-68.

[3] Ishalat Öncüleri, Osman Keskioğlu, s. 149 – 151.

[4] Atatürk Reformları ve İslam, Dr Abdullah Manaz, s. 118.

[5] Çağdaş Arap Düşüncesi, Albert Hourani, s. 322-323.

[6] Çağdaş Arap Düşüncesi, Albert Hourani, s. 330-331.

[7] Çağdaş Arap Düşüncesi, Albert Hourani, s. 312,313.

[8] Raşid Gannuşi ile, K. Salih Derviş, s. 80.

Paylaş / Share