Türk ve Arap Müslümanlığı, Mısır ve Siyasal İslam

Mursi’nin Mısır Silahlı Kuvvetleri tarafından görevinden uzaklaştırılmasını Siyasal İslamın Sonu olarak algılamak son derece yanlış olur. Belki gerileme döneminin başı denilebilir ancak, Mısır’da Din temelli çatışmalar bundan sonra başlayacaktır. Aynı şekilde, Türkiye ile Mısır’ı karşılaştırmak da yine bir o kadar yanlıştır ve Türk Müslümanlığı ile Arap Müslümanlığı arasında çok büyük farklar vardır.

Şimdi konunun ayrıntılarına girelim:

Siyasal İslamcılık kavramı kısaca; “İslamı sadece bir inanç ve ahlak sistemi olarak değil, bunun ötesinde siyasi, hukuki ve ekonomik bir düzen olarak görmek” olarak tanımlanabilir.

Geçtiğimiz Mayıs ayında Mısır’da yapılan bir kamuoyu araştırmasında, Din önderlerine duyulan güven(%83), Askerlerin (%75) ve Medyanın (%70) önünde çıkmıştır. Aynı şekilde, Türkiye’nin örnekliğini de temel alan Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde bakıldığında, Mısır halkı içinde Suudi Arabistan’ı örnek alanların oranı (%61) Türkiye’yi örnek alanlardan (%17) kat kat fazladır. Dolayısıyla, Mısır’da % 50’nin üzerindeki bir taban Siyasal İslamcılık ideolojisine son derece yakındır. Müslüman Kardeşler örgütünün kurulduğu ülke olan Mısır’da, Silahlı Kuvvetler de dahil olmak üzere toplumun her kesiminde İslamcı örgütlerin önemli bir yaygınlığı vardır.

İslamın, Arap kültürü içerisinde doğmuş bulunması ve Arapların kendi tarih ve geleneklerine dayanan Müslüman Arap Hukukunu kendilerine yakın görmeleri son derece olağan ve normaldir. Arap Müslümanlar, ağırlıklı olarak bir yandan Emevi kültürüne ve Arap milliyetçiliğine bir yandan da Akla değil geleneğe önem veren Eşarilik gibi katı bir Sünnilik anlayışına sahiptir. Mısır tarihinde, Müslüman Kardeşler gibi siyasal İslamcılar yanında dünyanın en radikal İslamcı örgütleri de kurulmuştur. Mısır’da bu dengeyi bozan, teknolojiyle birlikte Dünya kültürüne entegre olmuş yeni nesildir.

Türkiye’nin durumu ise oldukça farklı. Türkler ağırlıklı olarak, Cemel ve Sıffin gibi ilk inanç çatışmalarına ve Şii Sünni ayrılığına yol açan hususlarda Hz Ali’yi haklı gören ve son derece Akılcı görüşlere sahip bulunan Ebu Hanife ve Maturidi gibi düşünce ekollerine dayanmaktadır. Bu anlayış, geçen yüzyıllar içerisinde Arap kültürünün egemenliği ile zayıflamış olsa da, Anadolu Müslümanları tarafından ister Alevi ister Sünni olsun pratikte (geleneklerde ve sosyal ilişkilerde) devam etmiştir. Türkiye’de Siyasal İslamcı örgütleri kuranlar ve yönetenler, geleneksel Arap İslam kültürü içinde yetişmiş orta eğitimli bir kesimdir. Türkiye’deki Müslümanların önemli bir çoğunluğu Siyasal İslam kavramından habersiz, samimi ve dindar insanlardır. Son yıllarda toplum tabanında oldukça yaygınlaşan Cemaat ve Tarikatlarda, Dinin siyasal hedeflerinden çok ibadet ve duaya yönelik uygulamalar hakimdir. Türkiye’deki Alevilik kültürü içerisinde nasıl gelenekler, törenler, hikayeler, efsaneler ve dış göstergeler hakimse, aynı şekilde Sünnilik kültürü içerisinde de aynı ölçüde temel inanç hedeflerinden uzak gelenekler, törenler ve dış göstergeler hakim durumdadır.

Türkiye’de Hz Peygamber’i aynı zamanda Devlet Başkanı veya Siyasal Önder olarak görenlerin oranı en fazla % 15’i geçmeyecek kadar dar bir kesimdir. Bunların önemli bir çoğunluğu da yüksek Din eğitimi almamış, Din bilimlerinin Usül, Mantık ve Felsefi temellerinden habersiz kişilerdir. Dolayısıyla, Siyasal İslamcı örgütleri desteklemiş olsa da, ya da bir Cemaat veya Tarikat içerisinde yer alsa da Türk Müslümanlarını Siyasal İslamcı olarak nitelemek son derece yanlıştır. Bir başka önemli yanlış ise, İslam’ı görünüş ve ibadetlerden ibaret sananlar ile onları görünüş ve ibadetleri ile yargılayan kesimlerin uzlaşmaz tavırlarıdır. Çok şükür ki, Dünya kültürünü tanıyan yeni nesil bu büyük yanlıştan uzak durmuş, arkadaşını, dostunu, komşusunu görünüş ve inancından bağımsız olarak sadece insan olarak görebilmeyi başarmıştır.

İşte Türkiye’nin aşması gereken en önemli sorun aslında bu noktadadır. Siyasal İslamcılık, yüz yılı aşkındır süregelen siyasal akımlardan biridir ve gücü zayıflasa da bundan sonra da devam edecektir. Siyasal İslamcı örgütlerin Din değerlerine bakışı ve yorumları, aşırı görüşlere sahip olmayan inanan kesimlerin Dine bakışını etkilememelidir. Tarih boyunca onlarca ve belki de yüzlerce Peygamber gelmiş olmasına rağmen, dünyada kendilerini farklı dinlerin içerisinde bulmuş, kendisini Yahudi, Hıristiyan, Müslüman olarak tanımlamış, bununla da yetinmeyip daha alt gruplaşmalar, mezhepler, cemaatler, tarikatlar üretmiş, farklı inandığı için karşısındakine düşman olmuş milyonlarca insan bulunmaktadır. Esas olan, sürekli ayrılık noktası aramak değil, ortak değerlerde birleşmektir.

İnanmak bir tercih meselesidir. İnsan Allah’a inanır veya inanmayabilir. Ama adalete, barışa, huzura, dürüstlüğe, iyiliğe, güzelliğe inanmak zorundadır. Haksızlık, kin, nefret, düşmanlık, intikam, kısacası kötülük adına ne varsa bunlardan da uzak durmalıdır. Hele ki inanıyorsa, inancının temelini oluşturan Yaratıcı bunun hesabını mutlaka soracaktır.

Din ve Allah adına hesap sormak akıl ve mantık dışıdır. Allah insana akıl verdikten sonra dünyada adaleti gerçekleştirmek insanların işidir. Siyasi, hukuki ve ekonomik kurallar çağa, zamana ve toplumların ihtiyaçlarına göre değişir ve gelişir. Yüzyıllar içerisinde değişmeyenler, temel ahlaki kurallardır. Sınırsız sayıda kurallar ve hükümler gerektiren siyasi, hukuki ve ekonomik alanları, sınırlı ve sadece inananlar için anlamı olan İlahi kurallar ile yönetmeye kalkışmak akıl dışılıktır. Eğer Dünya her konuda İlahi kurallarla yönetilecek olsaydı, Tanrı –Yunan mitolojisindeki gibi- kendisini açıkça gösterir ve dünyayı da kendisi yönetirdi. Allah, insana Akıl ile birlikte Dünyayı yönetme sorumluluğunu da vermiştir. Din ve İslam düşüncesinin ruhu ve temeli bu olsa gerektir.

O halde, neye inanırsak inanalım, ilkel insanlar gibi güçle, yumrukla, silahla, copla değil sadece akıllarımızla, düşüncelerimizle, fikirlerimizle yarışalım, tartışalım, mücadele edelim. Ortak bir akılda buluşalım ve kendimize, sevdiklerimize, ülkemize ve insanlığa huzur ve barış getirelim.

Yine son olarak şunu ifade edelim ki; siyasal örgütleri yönetenler ile bu örgütlere destek verme durumunda olan geniş çoğunluklar yüzde yüz aynı inanç ve ideolojilere sahip değildir. Zaten toplumsal barış ve huzuru bozanlar ve provoke edenler genel olarak örgüt yöneticileridir. Toplum tabanında hangi görüş ve inançtan olursa olsun daha fazla hoşgörü ve yakınlık vardır.

Kendi dar görüşlerini topluma dayatmaya kalkan örgütlere karşı Türk Milleti olarak, barışımızı, huzurumuzu ve milli birliğimizi korumamız gerekecektir.

Paylaş / Share

Abdullah Manaz

Author, Researcher, Strategist, Producer, Director