Cemaatler ve Özgürlük

Bugün Kitap Fuarını gezdim. Fuarın görünümü, Türkiye’nin toplumsal yapısını gözler önüne serer nitelikteydi. Devlet kurumlarına ve birkaç üniversiteye ait kitap sergilerinde ülkemizin çok önemli bilim adamları yetiştirdiği ve çok nitelikli eserler verildiği açıkça görülüyordu. Bu sergilerdeki kitaplar son derece ucuz olmasına karşın, gösterilen ilgi de son derece azdı. Buna karşılık, ideolojik eserler yayınlayan veya popüler kültür ile ticareti hedefleyen yayınevlerinin stantları büyük ilgi görüyordu. Bir bakıma herkes kendi marketinden alışveriş yapar gibiydi.
Uzun yıllardır Devletin sınırlayıcı tavrından şikâyet ederek özgürleşmeye çalışanlar, kendi küçük devletlerine, yani cemaatlerine hapsolmuş gibiler. O çok şikâyet edilen Devlet’in çatısı altına her görüş sığabiliyordu. Şimdilerde ise herkes kendi cemaatinin çatısını tercih ediyor. İster sağdan, isterse soldan olsun herkes dünyaya kendi cemaatinin verdiği gözlükle bakıyor. Dostunu düşmanını buna göre belirliyor, dünya görüşünü bu şekilde oluşturuyor. Bu durum her geçen gün daha katı ve yüksek savunma duvarları ile çevrili cemaat alanları oluşturuyor. “Benim cemaatim, benim görüşüm, benim dinim, benim ideolojim en iyisi” fikri gittikçe yaygınlaşıyor. At gözlükleriyle sadece kendi önümüze bakıyoruz.
Hâlbuki yüksek medeniyetler, farklı kültürlerin ve inançların en güzel sentezlerinden oluşur. İslam Medeniyeti Eski Mısır, Eski Ege, Bizans ve Asya medeniyetlerinden çok şey aldığı gibi, Batı Medeniyeti ve aydınlanması da Endülüs’ten ve İslam medeniyetinden çok şey almıştır. Sadece kültürel olarak değil fiziksel olarak da böyledir. Göç yolları üzerinde yaşayan toplumların nesilleri her yüzyılda sentezlenir ve daha da güzelleşir. İnsanlardan uzak, sadece kendi kabilesiyle evlilikler kuran toplumların nesilleri ise kendine özgü ilkel, katı ve belirgin özellikler taşır.
Sadece kendi cemaatiyle yaşayan insanların keskin sınırları ve kesin inançları vardır. Kıyafetinden yaşama biçimine kadar içinde bulunduğu sınırları aşamaz, zorlayamaz. Varolan değerlerine yenisini katamaz ve eskiyi kolay kolay değiştiremez. Eski köye yeni adet getiremez, inancını, önderini sorgulayamaz. Dış gerçeklere karşı gözleri kör, kulakları sağırdır. Ne kendi hatasını görebilir, ne de kendi cemaatinin yanlışlarını.
İnsanın temel kimliği, öldükten, beden çürüdükten sonra geriye kalacak olan Akıl’dır. Beden ve onun arzularını ifade eden Nefis bir gün ölümü tadacaktır. Akıl kimliğini, bir gün yok olacak Beden ve Arzularından ayrı görebilen insan her şeyi kontrol edebilir. Her şeyi sorgular, sentezler. Davranışlarını gözler, izler, yanlışlardan kaçar, doğru ve güzel olanı yapar.
Özgür insan başkasının aklına ve hele ki kendisinden yüzlerce binlerce yıl eskide yaşamış bir akla teslim olmaz. Tek bir akla teslim olmak yerine, onlarca yüzlerce aklın ürünlerini inceler, sorgular, sentezler ve en güzele, en doğruya ulaşır. Bir dine inanıyorsa, Tanrı ile kendi arasına yeni tanrılar koymaz. Akıl ile Tanrı arasına ne kadar aracı girerse, ona ulaşmak o kadar zorlaşır. Bir cemaate bir ideolojiye koşulsuz teslim olanlar, kendi akıllarını kendi öz kimliklerini toprağa gömer, başkasının yargıları ve inançlarıyla ömürlerini tüketirler. Özgürlüğe ulaşamayan köleler gibi sadece efendilere hizmet etmekle kalırlar.
Büyük medeniyetler farklı kültürler ve birikimler üzerinde yükseldiği gibi, büyük insanlar da kendi kimliklerini farklı görüşler, bilgiler ve inançlarla zenginleştirerek yüceltirler. Dünyanın doğası tek renge, tek inanca, tek görüşe dönüşmez. Tek renge boyananlar, bir süre sonra diğer renklere karşı da kör olurlar. Bütün renkleri içinde barındıran gerçek aydınlığa, beyaz renge ulaşır.

Paylaş / Share

Abdullah Manaz

Author, Researcher, Strategist, Producer, Director